BASİTLİĞİN KİRLİ KÜLTÜRÜ
Kim İslamdan başka bir din ararsa asla
ondan kabul edilmez. O ahirette de kayba uğrayanlardandır. (Al-i İmran suresi, 85)
HARUN YAHYA (ADNAN OKTAR)
OKUYUCUYA
• Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda
evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her
türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve
dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır pek çok insanın
imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu
teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani
görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise
zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı
bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm
ayrılması uygun görülmüştür.
• Belirtilmesi gereken bir diğer husus,
bu kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani konular,
Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar Allah'ın ayetlerini
öğrenmeye ve yaşamaya davet edilmektedir. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm
konular, okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde
açıklanmaktadır.
• Bu anlatım sırasında kullanılan samimi,
sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından rahatça
anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar
"bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini
reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda
anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar
edememektedirler.
• Bu kitap ve yazarın diğer eserleri,
okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı
şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup
okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve
tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
• Bunun yanında, sadece Allah rızası için
yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük
bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici yön
son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem,
bu kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
• Kitapların arkasına yazarın diğer
eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede
kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan
hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser
olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir
kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
• Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde
görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara,
mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat etmeyen üsluplara, burkuntu
veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.
BASİTLİĞİN KİRLİ KÜLTÜRÜ
HARUN YAHYA (ADNAN OKTAR)
BASİTLİĞİN KİRLİ KÜLTÜRÜ
Kim İslamdan başka bir din ararsa asla
ondan kabul edilmez. O ahirette de kayba uğrayanlardandır. (Al-i İmran suresi, 85)
YAZAR VE ESERLERİ HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan
yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini
Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim
gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok
eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını,
iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık
bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri yaklaşık
40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir külliyattır ve bu külliyat
72 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi, inkarcı
düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini
yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların
kapağında Resulullah (sav)'in mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı
ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son
kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmasını
remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah
(sav)'in sünnetini kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce
sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen
itirazları tam olarak susturacak "son söz"ü söylemeyi
hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan Resulullah (sav)'in
mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak
hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın
varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk
etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler
önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın eserleri
Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna
Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan
Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle
okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce,
Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca,
Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa
(Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi (Maldivlerde kullanılıyor),
Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurtdışında geniş
bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü
takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da
imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her
kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı
ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki etme, kesin
netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu
eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların, artık materyalist
felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi
olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak
duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri dayanakları çürütülmüştür.
Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya Külliyatı karşısında fikren mağlup
olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın
hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu
eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine
vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında
herhangi bir maddi kazançhedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde
bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan,
hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli
bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri tanıtmak yerine,
insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve
tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı
genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden
olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi gücünü vurgulamaya
yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu
olanlar varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve
Kuran ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin
açıkça görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki
zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel sebebi
dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin
fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran ahlakının,
insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden
güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate
alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması
gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü
üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya
insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete,
güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
Bu kitapta kullanılan ayetler, Ali
Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
1. baskı: Eylül, 2003 /2. baskı: Ağustos
2005 /3. baskı: Ekim 2005
4. baskı: Ağustos 2006 / 5. baskı: Ekim
2008
6. baskı: Haziran 2011
ARAŞTIRMA YAYINCILIK
Kayışdağı Mah. Değirmen Sok. No: 3
Ataşehir / İSTANBUL
Tel: (0 216) 6600059
Baskı: Seçil Ofset
100. Yıl Mahallesi MAS-SİT Matbaacılar
Sitesi
4. Cadde No: 77 Bağcılar-İstanbul Tel: (0
212) 629 06 15
www.harunyahya.org - www.harunyahya.net
www.harunyahya.tv - www.a9.com.tr
www.harunyahya.tv - www.a9.com.tr
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ ........................................................................................ 33
BASİT İNSANLAR YARATILIŞ AMAÇLARINDAN
UZAK BİR YAŞAM SÜRERLER .......................................... 37
UZAK BİR YAŞAM SÜRERLER .......................................... 37
ORTAK BİR CAHİLİYE KÜLTÜRÜ: BASİTLİK................ 45
BASİTLİĞE YOL AÇAN NEDENLER................................... 48
BASİTLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞ ŞEKİLLERİ ......................... 79
BAZI BASİT İNSANLARIN İDEALİ
"SADECE YAŞAMAK"TIR .................................................. 157
"SADECE YAŞAMAK"TIR .................................................. 157
SONUÇ: SAMİMİ BİR İNSAN BASİTLİKTEN
NASIL KURTULABİLİR?..................................................... 163
NASIL KURTULABİLİR?..................................................... 163
DARWİNİZM'İN ÇÖKÜŞÜ................................................... 167
YARATILIŞ GERÇEĞİ
Balinalar ve yunuslar, "deniz
memelileri" olarak bilinen canlı grubunu oluştururlar. Bu canlılar memeli
sınıfına dahildir, çünkü aynen karadaki memeli canlılar gibi doğurur, emzirir,
akciğerle nefes alır ve vücutlarını ısıtırlar. Ancak bu canlıların vücut
yapıları diğer memelilerden oldukça farklıdır. Deniz memelileri tamamen suda
yaşamak için yaratılmış özel vücut sistemlerine sahiptirler.
Her mevsimde ayrı özelliklerde meyvelerin
bulunması büyük bir nimettir. Kışın insanların en fazla vitamine ihtiyaçları
oldukları dönemde, mandalina, portakal ve greyfurt gibi C vitamini yönünden
zengin meyvelerin olması; yazın da insanların susuzluğunu gidererek
ferahlamalarını sağlayan kiraz, kavun, karpuz, şeftali gibi bol sulu meyvelerin
çıkması Allah'ın insanlara bir lütfu ve nimetidir.
İnsan, giysisini, saatini ya da oturduğu
koltuğu bir süre sonra hissetmemeye başlar. Çünkü insan derisindeki alıcılar
belirli bir süre sonra beyne, cilde temas eden madde ile ilgili sinyalleri
göndermeyi durdurur ve cilt bu maddeye karşı alışkanlık kazanır. Allah'ın insan
için büyük bir nimet olarak yarattığı, bu "alışma" mekanizması
olmasaydı giyinmek gibi sıradan bir olay bile büyük bir sıkıntı haline gelirdi.
Uzun süre fillerin iletişim sistemlerini
inceleyen bilim adamları, fillerin insanların duyamadığı ses tonları olan
infraseslerle iletişim kurduklarını belirlemiştir. Çok güçlü ancak düşük
frekanslı sesler olan infrasesler, insanlar tarafından yalnızca özel kayıt
cihazlarıyla duyulabilir. Ancak filler bu özel sesler aracılığıyla uzun
mesafeli bir çağrıyı uygun hava koşullarında 10 km΄lik mesafelere bile
duyurabilmektedir.
Bir kurşun kalemin silgisi büyüklüğündeki bu
küçük kuş, vücudundaki kusursuz sistemlerle Allah'ın üstün yaratmasını bize
tanıtan canlılardandır. Sinekkuşu göçmen kuşların en küçüğüdür. Ağırlığı 3 gr
olan bu olağanüstü göçmen yılda 6.000 km'den fazla yol kat eder. Yola çıkmadan
önce ağırlığını iki katına çıkarır (6 gram). Bu enerji rezervi ona Meksika
Körfezi'ni hiç duraklamadan geçme imkanı verir. Saatte 40 km hızla 900 km yol
kat eder.
Geyikler ortamın güvensiz olduğunu
anladıklarında ön ayaklarından birini yere vurarak diğer geyiklere tehlikeyi
haber verirler. Eğer tehlikenin yakında olduğunu anlarlarsa hem ön ayaklarından
birini yere vururlar hem de kuyruklarını dikleştirerek sarkaç gibi sallamaya
başlarlar. Narin yapısıyla yırtıcı hayvanlara kolayca yem olabilecek bu sevimli
canlılar, ancak birlikte hareket ederek korunabilmektedir.
Aynı türdeki bitkiler dünyanın neresine
giderseniz gidin aynı özelliklere sahiptirler. Karpuz her yerde karpuzdur,
rengi, lezzeti, kokusu hep aynıdır. Gül, çilek, karanfil, çınar kısacası tüm
bitkiler aynı türde hep aynı özelliklere sahiptir. Yapraklar dünyanın her
yerinde fotosentez yaparlar. Benzersiz taşıma sistemleri tüm bitkilerde vardır.
Bu mekanizmaların, evrimcilerin iddia ettikleri gibi, tesadüfen oluşması
imkansızdır. Bitkileri yaratan Yüce Allah'tır.
İnsan beyninde yaklaşık 0.5 gr. ağırlığında,
bezelye tanesi büyüklüğünde bir et parçası olan "Hipofiz bezi",
yeryüzünün en kompleks, en hatasız ve en hayati idarecisi olarak yaratılmıştır.
Hipofiz bezi sonsuz ilim sahibi Yüce Allah'ın kontrolü ile sayısız hormona
görevler dağıtır, hiçbir aksama olmadan her birini denetler. Bu sayede aynı
anda başımızı ve kollarımızı hareket ettirir, duyar, görür, gülümser, konuşur
ve dokunuruz.
Küçük bir yaprağın gerçekleştirdiği
"fotosentez" işlemi, insan dahil tüm canlıların yeryüzünde
yaşamlarını sürdürebilmesinin başlıca sebeplerinden biridir. Bir yaprağın
sadece 1 milimetre karesinde 500 bin adet klorofil bulunur. Klorofilin içindeki
karmaşık işlemin hızı saniyenin on milyonda biri kadardır. Üstelik bu işlem her
klorofil molekülünde ayrı ayrı gerçekleşmektedir.
Yaklaşık 300 milyon yıldır varlıklarını devam
ettiren deniz kestaneleri, bu zaman zarfında hiçbir değişikliğe uğramamışlar,
herhangi bir evrimsel süreçten geçmemişlerdir. Resimdeki fosil 150 milyon
yıllıktır. Deniz kestanelerinin yumuşak bedenleri, üzerlerindeki dikenler
tarafından düşmanlara karşı korunur. Hareketli olan bu dikenler, bazı türlerde
zehirlidir ve kimi zaman uzunlukları 30 cm'yi bulmaktadır.
Dönem: Mezozoik zaman, Jura dönemi
Yaş: 150 milyon yıl
Bölge: Madagaskar
Altta sağda milyonlarca yıldır hiçbir
değişikliğe uğramamış olan günümüz kestaneleri görülüyor.
Bitkiler, son derece kompleks yapılara
sahiptir ve bu yapıların -evrimcilerin iddia ettikleri gibi- sözde rastlantısal
etkilerle ortaya çıkması da, birbirlerine dönüşmesi de mümkün değildir. Fosil
kayıtları farklı bitki sınıflamalarının yeryüzünde bir anda ve kendilerine özgü
yapılarıyla ortaya çıktıklarını ve geçmişlerinde evrimsel bir süreç
bulunmadığını göstermektedir.
Dönem: Paleozoik zaman, Karbonifer dönemi
Yaş: 320 milyon yıl
Bölge: Lancashire, İngiltere
Günümüz eğrelti otu (altta)
Fosil kayıtlarının en belirgin özelliklerinden
biri, canlıların bu kayıtlarda gözlemlendikleri jeolojik dönemler boyunca
değişime uğramamalarıdır. Diğer bir deyişle, bir canlı türü, fosil kayıtlarında
ilk olarak nasıl belirdiyse, bu tür yok olana kadar veya günümüze gelene kadar
on milyonlarca, hatta yüz milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişim göstermemekte,
aynı yapıyı korumaktadır. Bu, canlıların hiçbir evrime uğramadıklarının açık
bir delilidir.
Günümüz
sivrisineklerine bir örnek
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50 milyon yıl
Bölge: Polonya
Eucnemidae familyasına dahil olan bu böcekler, genellikle kahverengi veya
siyah renkli olup, daha çok ormanlık alanlarda yaşarlar. Fosiller, yalancı klik
böceklerinin hep yalancı klik böceği olarak var olduklarını, başka bir canlıdan
türemediklerini, herhangi bir değişime uğramadıklarını göstermektedir. Aradan
geçen on milyonlarca yıla rağmen hiç değişmeyen yalancı klik böcekleri,
Darwinistlerin iddialarını yalanlamaktadır.
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45 milyon yıl
Bölge: Rusya
Fosildeki örneği ile aynı özelliklere sahip
günümüz yalancı klik böceği görülüyor.
Çoğunlukla Kuzey Amerika'da yaşayan çamur
balıkları, kel turnalar takımına dahildir ve milyonlarca yıldır aynı kalan
canlılardan biridir. Söz konusu balıkların çok sayıda fosili elde edilmiştir.
Bu fosiller, çamur balıklarının sahip oldukları tüm özelliklerle bir anda
belirdiklerini ve on milyonlarca yıldır hiçbir değişikliğe uğramadıklarını
göstermektedir.
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 54 - 37 milyon yıl
Bölge: Messel Shales Oluşumu, Almanya
Günümüz çamur balığı
Darwinistlerin iddialarını yalanlayan
canlılardan biri olan yürüyen çalı böcekleri, uzun ince bir bedene sahiptirler.
Yapıları, görünümleri ve özellikleri on milyonlarca yıldır hiç değişmemiştir.
45 milyon yıldır aynı kalan bu böcekler, canlıların küçük değişiklikler
geçirerek geliştikleri iddiasında olan evrimin geçersizliğini gözler önüne
koymaktadır.
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45 milyon yıl
Bölge: Rusya
Yanda milyonlarca yıl boyunca hiç değişmeyen
günümüz yürüyen çalı böceği görülüyor.
Fosil kayıtlarının böceklerin kökeni konusunda
ortaya koyduğu bilgiler, canlıları Allah'ın yarattığı gerçeğini bir kez daha
doğrulamaktadır. Fransız zoolog Paul Pierre Grassé de evrim teorisinin
böceklerin kökenini açıklamaktan aciz olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
"Böceklerin
kökeni konusunda tam bir karanlık içindeyiz."
(Pierre-P Grassé, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press,
1977, s. 30)
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50 milyon yıl
Bölge: Polonya
Günümüz bitki piresi
45 milyon yıl önce amber içinde kalarak bugüne
kadar gelmiş olan bu yaban arısı türü, parazit olarak yaşayan bir canlıdır.
Günümüzde tanımlanmış yaklaşık 12.000 türü vardır ve hatta dünya geneline
yayılmış olarak 40.000-50.000 türünün yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu yaban
arıları yumurta bırakmak için diğer böcek türlerini seçer ve bunları felç
ederler.
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45 milyon yıl
Bölge: Rusya
Yandaki resimde , milyonlarca yıldır hiç
değişmeyen günümüz yaban arılarına bir örnek görülüyor.
Bu ıstakoz fosili 100 milyon yıllıktır ve
bugünkü ıstakozlarla aynı vücut yapısına sahiptir. Bazı ıstakoz türlerinin göç
davranışları oldukça dikkat çekicidir. Bu göç sırasında oldukça dikkat çekici
görüntüler meydana gelir. Her ıstakoz kendi önündekine dokunacak şekilde
pozisyon alır ve yaklaşık elli-altmış ıstakoz biraraya gelerek bir konvoy
oluştururlar. Bu şekilde okyanus tabanında birkaç gün ve gece yürürler.
Günümüz ıstakozu
Dönem: Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yaş: 100 milyon yıl
Bölge: Lübnan
100 milyon yıllık ıstakoz fosili (üstte ve
sağda)
Yaprak biti, bitkilerle beslenen ve Aphidoidea alt familyasına dahil olan
bir böcek türüdür. Bilinen yaklaşık 4000 tür yaprak biti vardır ve bunlar 10
familyada toplanırlar. Bugüne kadar tespit edilmiş en eski yaprak biti türleri
Karbonifer döneminde (354 - 290 milyon yıl) yaşamıştır. Ve aradan geçen 300
milyon yıldan daha uzun süreye rağmen en küçük bir değişikliğe uğramamıştır.
Günümüz yaprak biti
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50 milyon yıl
Bölge: Polonya
50 milyon yıllık amber içindeki yaprak biti
fosili (sağda)
Tripsler, Thysanoptera
takımına dahildirler. Var oldukları ilk andan bugüne kadar hiçbir değişikliğe
uğramamışlardır. Fosil kayıtları bu gerçeğin en önemli kanıtıdır. Resimde de,
25 milyon yaşında bir trips fosili görülmektedir. Günümüzde yaşayan tripslerden
hiçbir farkı olmayan bu fosil, evrimin geçersizliğini bir kez daha
vurgulamakta, Yaratılış'ın apaçık bir gerçek olduğunu göstermektedir.
Amber içinde fosilleşmiş 25 milyon yıllık
trips fosili
Dönem: Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş: 25 milyon yıl
Bölge: Dominik Cumhuriyeti
Günümüzdeki trips
Fosil kayıtları evrimcilerin ortaya koyduğu senaryoyu
tamamen yalanlamaktadır. Günümüzde bilimsel bulguları tarafsız değerlendirme
yeteneğini henüz kaybetmemiş evrimciler de, fosil kayıtlarının evrim teorisinin
aleyhine olduğunu kabul etmektedirler. Bu konudaki açık delillerden biri de
resimdeki 50 milyon yaşındaki yaprak biti fosilidir.
Dönem: Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50 milyon yıl
Bölge: Polonya
Amber içindeki yaprak biti fosili (solda)
Milyonlarca yıl önce yaşamış olan yaprak
bitleriyle günümüzdeki örnekleri arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Bu da, evrimcilerin,
canlıların yavaş yavaş değişerek günümüzdeki hallerini aldıkları iddiasını
çökertmektedir.
BASİTLİĞİN KİRLİ KÜLTÜRÜ
GİRİŞ
"Basit insan" denilince genel olarak
görgü kurallarından habersiz, cahil, bilgisiz, nerede nasıl davranacağını,
nasıl konuşacağını bilmeyen, ölçüsüz bir insan modeli akla gelir. Fakat bu
kitapta ele alınacak konu halk arasında kullanılan anlamdaki "basitlik"
değil, din ahlakına göre basitliğin nasıl bir ruh hali olduğudur. Burada ele
alınacak olan basitlik, bilinen anlamından çok daha köklü ve derin bir
hastalıktır. Ve insanı -Allah'ın dilemesi dışında- cehenneme sürükleyebilecek
büyük bir tehlikedir.
Basitlik, insanın, ruhunu Kuran ahlakına uygun
bir şekilde derinleştirememesi, Allah'a yakın olma ve O'nun rızasını kazanma
konusunda istekli olmaması sonucunda, davranış ve düşünce biçiminde meydana
gelen yüzeyselliktir. Bu yüzeysellik, insanın, Allah'ın gücünün sınırsızlığını,
kendi etrafında ve dünya üzerinde meydana gelen olaylardaki hikmetleri ve
yaşamın gerçek manasını anlamada zayıf bir kavrayışa sahip olması şeklinde
kendini gösterir. Allah'ın varlığını ve gücünü kavrayan samimi bir Müslümanın
gösterdiği güzel ahlak ile yukarıda belirttiğimiz şekilde yüzeysel bakış
açısına sahip bir insanın ortaya koyduğu ahlak, kişilik ve davranış biçimleri
birbirinden tamamen farklıdır. Müslümanlar son derece asil bir ruha, yüksek bir
kişilik kalitesine ve derin bir anlayışa sahip olurlarken basit insanlar
kendilerini alçaltan bir karakter yapısına sahip olurlar.
Basitlik, kimi insanlar tarafından hayat şekli
olarak yaşanan ve temelde içteki basitlikten kaynaklanan tavır, düşünce ve
konuşma bozukluklarıdır. Ancak basitlik denince akla yanlış bir tanım
gelmemelidir. İnsanların samimiyetlerinden kaynaklanan doğal tavırları basitlik
değildir; doğallığın kendine göre bir güzelliği, derinliği ve etkileyiciliği
vardır. Dolayısıyla basitlikten sakınmak doğallığı kısıtlamak değildir. Basitlik
bunlardan farklıdır; doğallık gibi samimiyetten değil, şuur kapalılığından, din
ahlakına muhalif olarak yapılan tavırların itici, olumsuz etkisini,
yüzeyselliğini fark edememekten kaynaklanır. Cahiliye toplumlarında kimi
insanlar basitlikten sakınmanın yolunun sahte bir asalet anlayışı olduğunu
sanırlar. Bu asaletin gereğinin de soğukluk, resmiyet, yapmacık tavırlar, suni
şekilde kibarlaştırılmış davranışlar, kibirli tavırlar olduğunu düşünerek, en
az basitlik kadar yanlış ve itici bir başka tavır bozukluğu yaşarlar. Oysa
basitlikten kurtulmanın yolu yapmacık bir asaleti değil, yalnızca Kuran
ahlakını yaşamaktır.
Pek çok insan basitliği kabullenir. Bunu adeta
hayatın vazgeçilemez bir gerçeği gibi görerek, normal karşılar, ne kendi
yaptıklarından ne de başkalarının bu yöndeki tavırlarından rahatsız olmazlar.
Aksine birbirlerini bu çirkinliğe teşvik eder ve kendilerini çoğunluğun
yaşadığı basit davranışları uygulamak zorunda hissederler. Hatta bu konuda
öylesine şartlanılmıştır ki, basitlik, konuşma ve bakış şekilleri, kendine özgü
kuralları ile adeta batıl bir din haline getirilmiştir.
Oysa basitlik, insanı güzel ahlaktan, kaliteli
bir kişilikten, büyük düşünmekten alıkoyan önemli bir tavır bozukluğudur. Bir
insan batıl "basitlik dini"ni benimsemişse, dindar olduğunu söylese
bile din ahlakını tam anlamıyla yaşaması mümkün olmaz. Allah'ın varlığına
inansa, "ben Müslümanım" dese de bu hastalıktan kurtulmadığı sürece
Kuran ahlakını tam anlamıyla yaşayamaz. Nitekim Allah Kuran'da bir grup insanın
basit ve yüzeysel kişilik ve ahlak anlayışlarına dikkat çekmiştir. Bu insan
grubu, Peygamberimiz (sav) döneminde yaşayan bazı Bedevilerdir. İlerleyen
bölümlerde davranış ve düşünce şekillerindeki yüzeyselliği Kuran ayetleri ile
inceleyeceğimiz Bedevilerin, gerçek Müslümanlardan farklı olduklarını, imanın
bu kişilerin kalplerine tam yerleşmediğini Rabbimiz bize şöyle bildirmiştir:
Bedeviler, dedi ki: "İman
ettik." De ki: "Siz iman etmediniz; ancak "İslam (Müslüman veya
teslim) olduk deyin. İman henüz kalplerinize girmiş değildir..." (Hucurat
Suresi, 14)
Tavırlarını katıksız olarak Kuran ahlakına
göre şekillendiren müminler ise, Allah'ın kendileri için seçip beğendiği ve
fıtratlarına en uygun olan ahlakı yaşamaları nedeniyle basit tavırlardan, basit
düşünce şekillerinden sakınmış olurlar. Tüm tavırları, düşünceleri, sözleri
ruhlarında yaşadıkları derinliği yansıtır nitelikte asil ve güzeldir. Her
olayda bakış açılarını Kuran'a göre belirledikleri için, Allah'ın Kuran'da
verdiği bilgiler sayesinde basitliği en iyi fark edip, teşhis edebilen insanlar
da yine ancak müminlerdir. Basitliği yaşayan bir insan, bunun büyük bir tehlike
değil birçok insanın yaşadığı, hayatın bir gerçeği olduğunu düşündüğü sürece
kendisine verdiği zararın farkında olmaz. Oysa basitlik Kuran ahlakından ve anlayışından
tamamen uzak olan, kişinin Müslümanca yaşamasını engelleyen kirli ve alt bir
kültürdür. Bu çalışma, din ahlakından uzak yaşayan bazı insanların -dindar
olduklarını öne sürseler bile- içine düştükleri bu kirli kültürü her yönüyle
ele almak ve çözümünü de ortaya koymak amacıyla hazırlandı.
Unutulmamalıdır ki basitliğin bu kirli yapısı
içinde yaşayan insan bundan sorumludur. Böyle bir kişi Kuran ahlakından ve bu
ahlakın inceliklerinden uzak bir hayat yaşarken, basit idealler peşinde
koşarken ve bundan dolayı da hesap verebileceğini aklına bile getirmezken, ölüm
meleklerinin canını almak için yanına geldiklerini gördüğünde içinde bulunduğu
derin gafletten uyanır. Fakat bu çok geç bir uyanıştır. Çünkü insanın yaratılış
amacı Allah'ın razı olacağı umulan ahlakı ve hayatı yaşamaktır, bir ömrün
geride bırakıldığı ölüm anı ise bu amacı anlamak için olabilecek en kötü
zamandır.
Allah dünyada basitlikten sıyrılıp, gerçek
Kuran ahlakına tabi olmayan insanların ahirette uğrayacakları karşılığı şöyle
haber vermiştir:
Doğrusu, 'suç ve günah
işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi. Yanlarına vardıkları zaman,
birbirlerine kaş-göz ederlerdi. Kendi yakınlarına döndükleri zaman neşeyle
dönerlerdi. Onları gördükleri zaman ise: "Bunlar elbette şaşkın-sapıklardır"
derlerdi. Oysa kendileri onların üzerine gözcü olarak gönderilmemişlerdi. Artık
bugün, iman edenler, kafir olanlara gülmektedirler. Tahtlar üzerinde
bakıp-seyretmek suretiyle. Nasıl, kafir olanlar, işlediklerinin 'feci
karşılığını gördüler mi?' (Mutaffifin Suresi, 29-36)
BASİT İNSANLAR YARATILIŞ AMAÇLARINDAN UZAK
BİR YAŞAM SÜRERLER
Bir Müslüman, Allah'ın kendisinden razı
olacağı ve cennete uygun olan ahlakı güzel görür ve bu ahlakı en güzel şekilde
yaşamayı hedefler. Oysa insanlardan bazıları böyle bir hedeften gafildirler.
İçlerinde, Allah'ı razı edebilecekleri güzel ahlaka ait özellikleri kazanma
isteği duymazlar. Sadece dünyada kendilerini ayakta tutacak, yaşamalarını,
yalnız kalmamalarını, istedikleri insanlarla dostluk kurmalarını, dünyevi hedeflerine
ulaşmalarını sağlayacak yani toplum tarafından kabul görecek kadar bir kişilik
ve ahlak seviyesinde olmayı yeterli görürler. Bu dar bakış açısıyla
belirledikleri hedefleri, onların Allah'ın hoşnut olacağını bildirdiği ahlaka
özenmelerine engel olur. Allah'ın rızasına, rahmetine ve cennetine ulaşmayı
hedeflemek yerine belirttiğimiz gibi vasat, sıradan dünyevi hedefleri olan
insanlardan biri olmayı tercih ederler. Bu hedefleri elde etmek onlar için
yeterlidir.
Oysa bir insanın yaratılışındaki asıl amaç bu
dünyevi hedeflerin çok üstünde, bambaşka bir amaçtır. Allah bir ayette, "O, amel (davranış ve eylem)
bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve
hayatı yarattı..." (Mülk Suresi, 2) şeklinde belirterek insanın
yaratılışındaki amacı haber vermektedir. Başka bir ayette de Rabbimiz, bu
amacın farkında olmadan son derece yüzeysel bir anlayış içinde yaşama gayesinde
olan insanlarla ilgili olarak şöyle buyurur:
Bizim, sizi boş bir amaç uğruna
yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sanmıştınız?
(Müminun Suresi, 115)
İnsan dünyada bulunduğu imtihan süresi boyunca
Kuran'a uymakla, her düşüncesinde ve tavrında Allah'ın rızasını aramakla,
vicdanını kullanmakla, güzel ahlakı yaşamakla ve salih amellerde bulunmakla
sorumludur. Bu açık gerçeğe rağmen az önce de belirttiğimiz gibi, yaratılış
amacından uzak yaşayan insanlar kendilerine basit başka amaçlar edinirler. Bu
amaçlar her kesim ve kültürde farklılık gösterir. Ama temelde hiçbiri, katıksız
olarak Allah'a kulluk etmeye, O'nun rızasını kazanmaya dayalı değildir.
İyi bir okuldan mezun olmak, üniversite
sınavında istediği bir bölümü kazanmak, iyi bir evlilik, güzel ve sağlıklı
çocuklar, çocuklara iyi bir gelecek hazırlamak, bu arada işinde yüksek bir
mevkiye gelmek, isabetli yatırımlar yapmak, ev, iyi bir araba ve yazlık almak,
kendisinin ve ailesinin iyi giyinmesini, gezmesini sağlamak...
Basit insanların çoğu yalnızca bu idealler
doğrultusunda yaşarlar. Oysa insanın dünyada bulunma amacı bunların hiçbiri değildir.
Dahası bu saydıklarımız hedef ya da ideal haline getirilecek konular değildir;
ancak birer araçtırlar. İnsanın dünyada bulunma amacının, iyi bir okuldan mezun
olmak ya da iyi bir mevkiye gelmek olmayacağı açıktır. Elbette bunların tamamı Allah'ın insanlara verdiği birer nimettir ve
yaşanmasında bir mahsur yoktur, ama insanın Allah'ı ve ahireti unutarak
yalnızca bunları amaç olarak belirlemesi hatalıdır. Aynı şekilde okumak, her
konuda bilgi sahibi olmak da takdire değerdir ama hayatın amacı, Allah'ı ve
ahireti unutup yalnızca insanların beğenisini kazanabileceğini umarak
entelektüel olmak da değildir. Allah yaratılışın böyle bir amacının olmadığını
Kuran'da şöyle bildirir:
Biz, bir 'oyun ve oyalanma konusu'
olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık. Eğer bir 'oyun
ve oyalanma' edinmek isteseydik, bunu, Kendi Katımız'dan edinirdik. Yapacak
olsaydık, böyle yapardık. (Enbiya Suresi, 16-17)
Dünya bir oyun ya da eğlence yeri değil,
Allah'a kulluk etme, ahiret için çalışma mekanıdır. Bu gerçeği kavrayamayan
insanların idealleri öyle basit ve geçicidir ki, insan, bu ideallerinin tümüne
ulaşsa da ölüm melekleri yanına geldiğinde kayıpta olduğunu anlayacaktır. Bir
kişi düşünün; bu kişi en büyük idealini gerçekleştirmiş belki kendi alanında
uzman, dünyaca ünlü bir profesör olmuştur. Çocuklara, torunlara sahip olmuştur,
onlara iyi bir yaşam standardı sağlamıştır fakat ahireti unutmuş, Allah'ın razı olacağı umulan bir ahlakı
yaşamamıştır. Böyle bir insan senelerce çalışmış çabalamıştır ama sonsuz
hayatını yaşayacağı ahiret için hiçbir şeye sahip değildir.
Allah'ın Kuran’da, "...Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi
tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz..." (Ahkaf Suresi,
20) ayetinde işaret ettiği gibi güzel olan herşeyi geride bırakmıştır. Yaşadığı
belki 60 belki 70 yılın ise sonsuzluk ile kıyaslandığında bir kıymetinin
olmadığı açıktır. Peygamber Efendimiz (sav) böyle insanların içinde bulunduğu
akılsızlığı şöyle tarif etmiştir:
"Akıllı-şuurlu adam o kimsedir ki
nefsini (Allah'a karşı) köleleştirir (veya hesaba çeker) ve ölümden sonraki
(hayat) için (iyi) amel işler. (Nefsini yenmekten) aciz adam da o kimsedir ki
nefsini arzusuna uydurur (yani nefsini haramdan alıkoymaz). Sonra Allah'tan
(mağfiret) temenni eder." (İbni Mace, Cilt10, s.541)
Bu yanılgı içinde yaşamını sürdüren insanlar
dünyayı sadece istek ve tutkularını gerçekleştirmeleri gereken bir yer olarak
görürler. Bu şekilde kendi nefislerini tatmin etme hırsı ile yaşarlarken
içlerinde yüksek bir kişiliğe, güçlü bir imana ve peygamberlerin taşıdığı üstün
ahlaka sahip olma gibi bir arzu duymaz. Allah'a yakın olma konusunda gerçek
anlamda tutkulu bir istek taşımazlar. Bunun sonucunda da davranış ve
düşüncelerinde Müslümana has bir olgunluk, itidal ve bunlardan kaynaklanan bir
seçkinlik meydana gelmez. Aksine Allah'ın varlığından ve ölümün yakınlığından
tam anlamıyla gafil gibi bir görünüm sergilerler. Allah'ın her an kendilerini
görmekte olduğunu ve yaptıklarından haberi olduğunu unutmuş bir davranış şekli
içinde olurlar. Oysa insan gözünü nereye çevirse Allah'ın varlığının
delilleriyle karşılaşır.
Var olan herşeyi ve herkesi Allah'ın sonsuz
kudreti ile yarattığı apaçıktır. İnsanın Allah'a iman etmesi için sadece kendi
bedenine bakması yeterlidir. Allah insanı, Kuran'da bildirdiği ifadeyle
"en güzel surette" yaratmış, kusursuzca işleyen pek çok sistemi
bedenine yerleştirmiştir. İnsanın başını göğe çevirip bakması da iman etmesi
için yeterlidir. Allah ayetlerde şöyle buyurur:
Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı?
Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok. Yeri
de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve
iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar) 'İçten Allah'a
yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikirdir. Ve gökten
mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve
biçilecek taneler bitirdik. Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek
hurma ağaçları da. Kullara rızık olmak üzere. Ve onunla (o suyla) ölü bir şehri
dirilttik. İşte (ölümden sonra) diriliş de böyledir. (Kaf Suresi, 6-11)
Bedenimizi oluşturan hücrelerden evrendeki
gezegenlere kadar var olan herşey, bize üstün güç sahibi Allah'ın varlığını
gösterir. Göklerin yerin ve bu ikisi arasındaki herşeyin Sahibi ve Yaratıcısı
O'dur. Neye baksak, nereye yönelsek Allah'ın eserleri ile karşılaşırız. Yerde
yürüyen bir karınca, gökte uçan kuş, her gün doğan Güneş, mis gibi kokan
çilekler, denizin üstünde hareket eden dağ gibi bir gemi, yağan yağmur... Bize
hep Yüce Allah'ın varlığını haber verir.
Yüzeysel düşünce yapısına sahip insanların
çoğu tüm evrene hakim olan bu kusursuz yaratılışı görür, ama vicdanlarını
kullanarak bu mucizevi yaratılış üzerinde derinlemesine düşünmezler. Evrenin
her noktasına hakim olan hassas dengeleri, iç içe geçmiş kusursuz sistemleri,
çevremizde gördüğümüz sayısız nimet ve güzellikleri dahası kendilerini
yaratanın kim olduğunu ve tüm bu sayılanların hangi amaçla, ne için
yaratıldıklarını vicdanlarında sorgulamazlar. Ayette bildirildiği gibi "Göklerde ve yerde nice ayetler vardır
ki, üzerinden geçerler de, ona sırtlarını dönüp giderler." (Yusuf
Suresi, 105) Evrendeki canlı cansız herşeyi yaratanın sonsuz akıl ve güç sahibi
Allah olduğu gerçeğini göz ardı ederler. Çünkü tüm bunları düşündükleri
takdirde Allah'ın razı olduğu ahlakı ve hayat şeklini yaşamakla sorumlu
olduklarını göreceklerdir. Bunun yerine kendi basit dünyalarında sıradan ve
geçici amaçları için yaşamayı tercih ederler. Oysa tüm insanlar yalnızca Allah'a
kulluk için yaratılmışlardır. Bu asıl amacı anlamazlıktan gelerek başka
ideallere yönelmek ise insanı basit ve kötü bir hayat şekline götürür. Allah
insanı ancak Kendisi'ne kulluk ettiği takdirde üstün ve asil olacağı şekilde
yaratmıştır. "O, yarattığını bilmez
mi?..." (Mülk Suresi, 14) ayetinde de bildirildiği gibi Allah insanın
Yaratıcısı'dır ve onun için neyin iyi, güzel olduğunu, neyin kendisini saygın
ve onurlu kılacağını bilen de O'dur. Buna göre Allah'ın insanlar için seçtiği
İslam dini insanın fıtratına en uygun yaşam şeklidir. Allah bu gerçeği Kuran'da
şöyle bildirir:
Öyleyse sen yüzünü Allah'ı
birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları
bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur.
İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler. (Rum
Suresi, 30)
Bir başka ayetinde ise Allah, İslam dinini
kulları için beğendiğini şöyle bildirir:
... Bugün size dininizi kemale
erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı
seçip-beğendim... (Maide Suresi, 3)
Din insana Allah'ın razı olacağı ahlakı
öğretir. Bunun dışındaki her yaşam şekli insanın yaratılışı ile çelişir.
Kendilerine başka idealler edinen ve din ahlakından uzak yaşayan insanların
basitliklerinin temelinde bu gerçek yatar. Onlar Allah'ın kendileri için seçmiş
olduğu en güzel yaşam şeklini bir kenara bırakarak, kendi sığ akıllarına göre
bir hayat yaşarlar. Böyle bir kişi basitlikten ve onun, düşüncesinde ve
davranışlarında oluşturduğu kirli kültürden kendini kurtaramaz. Kendisini,
çeşitli kişilik oyunlarıyla, sahte asalet gösterileriyle bu kültürün
dışındaymış gibi göstermeye çalışsa da bunun faydası olmaz. Çünkü basitlik
hangi kimliğe girilirse girilsin asla gizlenmesi mümkün olmayan, konuşma ve
davranışlara, en önemlisi de insanın düşünce şekline kaçınılmaz olarak yansıyan
alt bir kültürdür. Bazı kişilerin zannettiği gibi gizlenerek üstü örtülebilecek
sıradan bir tavır bozukluğu değildir.
O halde gerçekten Allah'tan korkan,
cehennemden sakınan bir insanın yapması gereken, kendini ve çevresindekileri
kandırmaya çalışarak dindar görünmek değil, gerçek dindarlığı yaşamaktır.
Gerçek dindarlık ise insanın nefsi ile çatışsa da, dünyevi çıkarlarına ters
gelse de Kuran ahlakından hiçbir şekilde taviz vermemesidir. Bu konudaki en
güzel örneklerden biri de Peygamberimiz (sav) döneminde yaşamış olan mümin
kadınların tavırlarıdır. Müslüman kadınlar tüm ibadetleri, indirildiği anda
hemen yerine getirmişlerdir. Örneğin tesettür ve baş örtüsü Yüce Allah’ın farz kıldığı
“farz-ı ayn” hükmünde bir ibadettir. Nur Suresi’ndeki örtünmeyle ilgili
ayetlerin indirilmesinden sonra Müslüman kadınlar bu ibadeti, büyük bir
titizlik ve şevkle uygulamışlardır:
“Şeybe kızı Safiye anlatıyor ve diyor ki: Biz
Hz. Aişe’nin yanında iken bir kısım hanımlar Kureyşli kadınların durumunu ve
faziletlerini anlatmışlardı. Bunun üzerine Hz. Aişe buyurdular ki;
"muhakkak ki Kureyşli kadınların üstünlüğü vardır. Ama Allah’a yemin
ederim ki, ben Ansar’ın kadınlarından daha çok Allah’ın Kitabını tasdik eden ve
Kur’an’a inanan faziletli kimseler görmedim." Nur Suresi’ndeki “baş
örtülerini yakalarının üzerlerine koysunlar” ayet-i kerimesi nazil olduğunda
kocaları onların yanlarına gittiler ve kendilerine Allah (cc)’ın bu konuda
inzal buyurduğu ayeti okudular. Her bir kişi karısına, kızına, bacısına ve
yakınlarına bu ayeti okuyordu. İçlerinden hiçbir hanım baş örtüsünü yakaları
üzerine koymaz olmadı. Allah’ın indirdiği kitabındaki hükmüne inandıklarından
ve tasdik ettiklerinden örtülerine büründüler...” (İbn-i Kesir, Hadislerle
Kuran-ı Kerim Tefsiri, cilt:11, s. 5880)
ORTAK BİR CAHİLİYE KÜLTÜRÜ: BASİTLİK
Allah'ın yüceliğini hakkıyla kavrayan bir
insan yaptığı işlerin her aşamasında yüksek bir ahlak gösterir. Ancak basitlik
insanı, Kuran ahlakına uygun bir yaşam şeklinden tamamen uzaklaştırır.
Peygamberimiz (sav) "edebsizlik ve
çirkin sözün girdiği yer çirkinleşir" (Tirmizi, Birr 47) şeklinde
buyurmuştur. Bu sözde bildirildiği gibi gafil bir ruh haliyle yaşayan insanın
hayatına da çirkinlik ve karmaşa hakim olur. Bulunduğu yerler çözümsüzlüklerin
yaşandığı, konuların bir türlü halledilemediği, gerilime müsait, huzursuz
ortamlara dönüşür. Ancak burada batıl basitlik dininin çok önemli bir özelliği
ortaya çıkar: Basitlik tek taraflı yaşanmaz. Basit kişilerin bu kirli
kültürlerini sergileyebildikleri kişiler yine kendileri gibi aynı kültürün
içindeki gafil kişilerdir. Basitlik dininin üyeleri birbirlerini hemen tanır ve
Kuran ahlakından uzaklaşma konusunda birbirlerini teşvik ederler. Bunlar, adeta
birbirlerini ateşe çağırırlar. Allah bir
ayetinde bu tehlikeye şöyle dikkat çekmiştir:
...Onlar, ateşe çağırırlar, Allah
ise Kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır. O, insanlara ayetlerini
açıklar. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler. (Bakara Suresi, 221)
Başka ayetlerde ise Allah insanların
birbirlerinin sapmasına nasıl vesile olduklarını şöyle haber vermiştir:
De ki: "Sizin şirk
koştuklarınızdan hakka ulaştırabilecek var mı?" De ki: "Hakka
ulaştıracak Allah'tır. Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sahibidir,
yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor
size? Nasıl hükmediyorsunuz?" Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz.
Gerçekten zan ise, haktan hiçbir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların
işlemekte olduklarını bilendir. (Yunus Suresi, 35-36)
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna
uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna
uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.' (Enam Suresi, 116)
İmanı zayıf, kalbinde hastalık olan insanlar
birbirlerini her konuda olduğu gibi basitlik dinini yaşama konusunda da olumsuz
yönde etkilerler. Ancak bilinmelidir ki, bu kişiler aslında içlerinde
yaşadıkları basitliğin çirkinliğinin de bilincindedirler. Çünkü bu kirli
kültürü asla yaşayamayacakları insanları çok iyi tanırlar. Salih Müslümanlarla
bu kirli kültür aracılığıyla bağlantı kurmanın olanaksız olduğunu bilirler. Bu
nedenle onların yanlarına geldiklerinde ellerinden geldiği kadar bu yönlerini
gizlemeye gayret ederler. Sadece Müslümanlara karşı değil, basitliği
kendilerinden biraz daha az yaşayan kişilere karşı da kendilerini olabildiğince
gizlerler. Örneğin çalıştıkları yerde bağlı oldukları kişiye kaliteli insanlar
olduklarını göstermeye çalışırlar.
Böyle bir kişi basitliği yaşadığı arkadaşlarının
yanındakinden çok farklı bir karakter sergiler. Oturuşu, kalkışı, konuşurken
seçtiği kelimeler, mimikleri, ses tonu, olayları değerlendirmesi tümüyle
farklılaşır. Ya da bu kişi bir devlet büyüğünün yanına gitse gerek saygısıyla,
gerekse gösterdiği tavırlarla kimi zaman gerçek haliyle kıyaslanamayacak kadar
değişir.
Aynı şekilde, bir öncesinde kendi zihniyetini
taşıyan bir kişiyle rahatça bu kültürün gereklerine uygun gafil bir sohbet
içinde olabilirken, samimi Müslüman ahlakında gördükleri kişilerin yanında bu
kültüre ait tavırlarını ellerinden geldiği kadar geri çekerler. Bu kültüre ait
basit mimiklerden, fayda getirmeyecek uzun manasız sohbetlerden, kısılmış
gözlerle ve benzeri şekilde yapılan vurgulamalardan kaçınırlar. Ancak bu ani
değişim aslında ruhlarında yaşadıkları basitliğin yanı sıra çok daha önemli bir
gerçeği ortaya çıkarır. Demek ki bu kişiler bilinçli olarak ve isteyerek
basitlik kültürünü yaşamayı ve onun oluşturduğu gafil ortama girmeyi tercih
etmektedirler. Bu konuda vicdanlarını örtmekte, bu kirli kültürün gereklerini
yaparken kendilerini soktukları itici görüntüyü Allah'ın gördüğünü ve her
anlarına şahit olduğunu bilmelerine rağmen, bunları yaşamaktan bir rahatsızlık
duymamaktadırlar.
Oysa bu kültür ciddi şekilde niyet ederek içinden
hemen çıkılacak kadar zayıf bir kültürdür. Bundan sonraki yaşamında sadece
Müslüman ahlakı ile yaşamaya karar veren bir insan bu basit kültürün getirdiği
gafletten tek bir karar ile çıkabilir. Allah'ın razı olacağını belirttiği güzel
ahlakı kendi dünya ve ahiret hayatı için en uygun ahlak olarak benimseyerek,
yaşamına samimi, güzel ahlaklı bir Müslüman olarak devam edebilir. Diğer
insanlara da bu yönde güzel bir örnek oluşturabilir ve bunun güzel karşılığını
Allah'tan umabilir.
BASİTLİĞE YOL AÇAN NEDENLER
Kitabın konusunu oluşturan ve bazı insanların
vicdanlarında hiçbir rahatsızlık hissetmeden yaşadıkları basitliği, kirlenmiş,
dejenere olmuş bir tür cahiliye kültürü olarak tanımlayabiliriz. Bu kirli
kültürü yaşayan insanların davranış ve düşünce yapıları, ahlakları
gözlemlendiğinde önemli imani eksiklikleri olduğu görülebilir. Bununla birlikte
çocukluktan itibaren aldıkları eğitimin, yaşadıkları ortamın ve birlikte
oldukları kişilerin de basitliğin kirli kültürünü benimsemeleri yönünde
üzerlerinde yoğun bir etkisi vardır. Tüm bunların biraraya gelmesiyle salih bir
Müslümanda görülmesi mümkün olmayan bu kültür ortaya çıkar. İnsan fıtratına
uygun olmayan ve kişiyi küçük düşüren davranış biçimlerinin hiç çekinilmeden
uygulandığı bu sistem, içinde yaşayan insanları Kuran ahlakında öngörülen asil,
şerefli, saygın ve onurlu hayattan uzak tutar. İnsanların bu batıl basitlik
dinini benimsemelerine sebep olan ve Allah'ın emrettiği üstün ahlakı
yaşamalarını engelleyen etkenlerden bazılarını ilerleyen sayfalarda ele
alacağız.
Allah'ı unutarak insanları ön planda
tutmak kişiyi basitliğe sürükler
Kitabın başında belirttiğimiz gibi, basitlik
denilince insanların büyük çoğunluğunun zihninde, konuşması bozuk, gülüşleri ve
tavırları estetikten uzak, güçlü bir kişiliği olmayan insanlar canlanır. Oysa
basitlik bunların yanı sıra çok daha geniş bir anlam içerir. Basitlik yalnızca
görgüden ve nezaketten uzak tavırları kapsayan bir kavram değildir. Esas olarak
Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edememekten kaynaklanan bir ahlak
bozukluğudur. Dolayısıyla böyle bir karaktere sahip insanın mutlaka abartılı
tavırlar sergilemesi gerekmez.
Bir kişinin insanlardan korkması, onların
rızalarını kaybetmekten çekinmesi, onların sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmayı
Allah'ın sevgisine ve hoşnutluğuna tercih etmesi ya da onlardan medet umması da
o kişiyi basit davranışlara yöneltir. Bunların yanısıra bir kişinin karşısına
çıkan olayların Allah'ın kontrolünde olduğunu unutarak paniğe kapılması,
yakınması, öfkelenmesi de basitlik göstergesidir.
Ne var ki kimi insanlar bu önemli gerçeğin
bilincinde değildirler. Bu yüzden de basitlik konusunu kendileri ile ilgili
olarak düşünmez ve kendilerini böyle bir tehlikeden uzak görürler. Bu kişileri
yanıltan noktalardan biri, birtakım nezaket kurallarını bilmeleri ve bunlara
dikkat etmeleri olabilir. Oysa bazı konularda nezaketli davranan bir insan da
aslında basitlik kültürü içinde yaşıyor olabilir. Çünkü basitlik, şekli
birtakım davranış bozukluklarıyla sınırlı değildir. Örneğin nezakete önem veren
bir kişi bazı olayların tesadüfen geliştiğine, muhatap olduğu insanların
Allah'tan ayrı müstakil birer varlık olduklarına ve kendi iradeleri ile hareket
ettiklerine inanıyor ve onların ne düşüneceklerini hesap ederek hareket ediyor
olabilir. Allah'ın gereği gibi takdir edilmediği bu düşünce şekli elbette
kişinin tüm tepkilerine, tavır ve konuşmalarına da yansır. Kuran ahlakını
bilmeyen bir insan bu davranış biçimini ve konuşmaları son derece normal
karşılayabilir. Oysa basitlikten uzak olduğunu öne süren ama bir olay
karşısında şiddetle etkilenen, öfkelenip ağlayan, hatta günlerce bunalıma giren
bir kişi son derece yüzeysel bir yapıya sahip demektir. Bu kişi Kuran'a göre
imani derinliği kavrayamamış bir insandır. Gerçek bir Müslüman bu tavrın
ardında dine karşı yüzeysel bir bakış açısı olduğunu bilir. Çünkü Allah'ı
gereği gibi tanıyan, O'nun ayetlerini bilen ve yaşayan bir insanda böyle bir
hal oluşmaz. Bu gibi tevekkülsüz tavırlar kişinin herşeyin Allah'ın kontrolünde
olduğunu unutarak insanları ve olayları Allah'tan ayrı birer güç gibi
değerlendirdiğinin bir göstergesi olabilir.
"Sizin
ilahınız tek bir İlah'tır; O'ndan başka İlah yoktur; O, Rahman'dır,
Rahim'dir." (Bakara Suresi, 163) ayetinde
bildirildiği gibi yegane ilah Allah'tır ve O sonsuz güç sahibidir. Var olan
canlı cansız herşey O'nun iradesindedir. Tüm insanların bu gerçeği çok iyi
kavramaları ve üzerinde derinlemesine düşünmeleri gerekir. Bunun aksini
düşünmek, başka varlıkları Allah'a ortak koşmak yani şirk olur ki bu da Kuran'a
göre büyük bir suçtur. Allah şirkin ne kadar büyük bir suç olduğunu bir ayette
şöyle bildirmiştir:
Gerçekten, Allah, Kendisi'ne şirk
koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim
Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur. (Nisa
Suresi, 48)
Kuran'a bakıldığında, bu temel gerçeğe aykırı
bir inanç, tutum ve davranışın basitliğin de nedenlerinden biri olduğu görülür.
Allah'ın bir sıfatına başkasının sahip olduğunu düşünerek hareket etmek
yapmacık tavırları, lüzumsuz kibarlaşmayı, tamahkarlığı beraberinde getirir.
Böyle bir insan her zaman öfkeye, küçük çıkarlar peşinde koşmaya, kendini
acındırmaya ya da kendini yüceltmeye yatkındır. Çünkü yüksek bir kişilik
kalitesine sahip olup, kayıtsız şartsız güzel ahlak sergilemek, her tavır ve
düşüncesinde yalnızca Allah'a yönelen, asil ruha sahip, dünyaya asla tamah
etmeyen Müslümanlara özgüdür.
Örnek olarak bilgi birikimi fazla olan bir
kişiyi düşünelim. Eğer bu kişi bilgisinin kendisinden kaynaklandığını
zannediyorsa yüzeysel düşünüyor
demektir. Çünkü böyle zannedildiğinde ilmin ve bilginin gerçek sahibinin Allah
olduğu unutulur. Sahip olunan her bilgiyi Allah'ın öğrettiği dolayısıyla
dilediği anda Allah'ın tümünü bir
anda geri alabileceği göz ardı edilmiş olur. Bunların yanısıra kişi kendisinin
de tüm insanlar gibi Allah karşısında mutlak aciz bir varlık olduğunu
düşünmemiş olur.
Bu yüzeysel düşüncenin bir başka yönü de bu
gibi kişilere cahilce hayranlık duyulmasıdır. Bu hayranlık, bilgi sahibi bir
kişiye olduğu gibi kimi zaman güzel veya yakışıklı bir insana, kimi zaman
yetenekli bir sanatçıya, bir oyuncuya, sporcuya ya da servet sahibi bir insana
yöneltilebilir. Oysa güzellik, yetenek, zeka, başarı gibi özelliklerin tümünü
insanlara Allah vermiştir. Örneğin mal, mülk sahibi bir kişiyi değerlendirirken
onun sahip olduğu imkanlar önemli değildir; önemli olan onun, Allah'ın aciz bir
kulu olduğunun düşünülmesidir.
Yüzeysel bir anlayışa sahip olan insanlar
böyle bir kişiden yardım bekler, malın esas sahibinin Allah olduğunu unuturlar.
Bundan dolayı bu kişilere karşı abartılı derecede samimiyetsiz bir saygı ve
hürmet içinde olurlar. Allah'ın "…Gerçek
şu ki, sizin Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç
yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın Katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na
şükredin..." (Ankebut Suresi, 17) ayetinde bildirdiği gerçeği göz ardı
ederler.
Başka bir ayette de bazı insanların
kendilerine tüm özelliklerini verenin Allah olduğunu unuttukları şöyle haber
verilmektedir:
İnsana bir zarar dokunduğu zaman,
Bize dua eder; sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der ki:
"Bu, bana ancak bir bilgi(m) dolayısıyla verildi." Hayır; bu bir
fitne (kendisini bir deneme)dir. Ancak çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 49)
Bu basit karakterin çarpıcı örneklerinden biri
Kuran'da bahsi geçen Karun isimli kişidir. Karun, "Gerçek şu ki, Karun, Musa'nın kavmindendi, ancak onlara karşı
azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte
(taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu..." (Kasas
Suresi, 76) ayetinde bildirildiği gibi, Allah'ın büyük bir servet verdiği fakat
şükretmek yerine bundan dolayı "azgınlaşan" bir kişidir. Allah'ın
yukarıdaki ayetin devamında bildirdiği gibi kavmi kendisini bu konuda
uyarmıştır:
...Hani kavmi ona demişti ki:
"Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları
sevmez." (Kasas Suresi, 76)
Fakat o bu uyarılara rağmen kendisine
verilenlerden dolayı şımarmıştır ve bu özellikleri kendisinin hak ettiğini
zannetmiştir:
"...Bu, bende olan bir bilgi
dolayısıyla bana verilmiştir..." (Kasas Suresi, 78)
Karun, ayetten anlaşıldığı gibi, Allah'ın
lütfunu görmezlikten gelmiştir. Zenginliğinin kendi bilgisinden kaynaklandığını
iddia etmiş ve büyüklüğe kapılmıştır. Karun'un bu basitliği azgın ve şımarık
tavrından ve ifadesinden anlaşılmaktadır. Fakat Karun'un etrafındaki halkın
içinde de aynı basitlikte insanlar vardır. Bunlar Allah'ı unutan, ahireti göz
ardı eden ve dünyaya önem veren insanlardır. Karun, ayette bildirilen ifadeyle "ihtişamlı-süsü içinde kavminin
karşısına çıktığında", kavminin arasında bulunan kimi insanların
durumunu Allah şöyle haber vermiştir:
...Dünya hayatını istemekte
olanlar: "Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı.
Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir" dediler. (Kasas Suresi, 79)
Ayette bildirildiği gibi bu kişiler Karun'a
olan hayranlıklarını dile getirmişlerdir. Bu kişilerin üsluplarından da sığ bir
bakış açısına sahip oldukları anlaşılmaktadır. Buna karşılık son derece takva
ve asil bir ruha sahip olan salih Müslümanların tavrının farklı olduğu ve bu
cahil insanları uyararak onlara gerçeği hatırlattıkları ayette şöyle
bildirilmiştir:
Kendilerine ilim verilenler ise:
"Yazıklar olsun size, Allah'ın sevabı, iman eden ve salih amellerde
bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası
kavuşturulmaz..." dediler. (Kasas Suresi, 80)
Fakat basitlik, insanları derin düşünmekten
alıkoyduğu için bu kişiler ne Karun'un ne de kendilerinin içinde bulunduğu
durumu görememişlerdir. Ta ki Karun'a Allah'tan hak ettiği azap gelene kadar:
Sonunda onu da, konağını da yerin
dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı.
Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde
olmayı dileyenler, sabahladıklarında: "Vay, demek ki Allah, kullarından
dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah,
bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten
inkar edenler felah bulamaz" demeye başladılar. (Kasas Suresi, 81-82)
Bu örnekten de anlaşıldığı gibi doğru olan
tavır, zekanın, her türlü yetenek ve bilginin, zenginliğin asıl sahibinin Allah
olduğunu bilmek, O'nun sonsuz akıl sahibi olduğunu takdir etmek ve insanlarda
tecelli eden güzelliklerden dolayı O'nu övüp yüceltmektir. İnsanların birbirlerine
olan üstünlükleri ancak Allah'ın "...
Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca
değil) takvaca en ileride olanınızdır..." (Hucurat Suresi, 13)
ayetinde bildirdiği gibi takvadır. Müslümanlar bir insana ancak onda tecelli
eden güzel ahlaktan dolayı hayranlık duyar ve değer verirler. Gerçekte büyük
görülmesi, hayran olunması, kendisinden medet umulması gereken yegane mutlak
güç sahibinin Allah olduğunu bilirler. Bu gerçek Kuran'da şöyle bildirilir:
"Onlar, Allah'ın kadrini
hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, Aziz'dir." (Hac
Suresi, 74)
Basitlik kültürünü yoğun olarak yaşayan
inkarcı kişiler yüzeysel bakış açıları nedeniyle, kimi insanları gözlerinde
büyütürlerken, büyük ve derin düşüncelere sahip insanların değerini ise
anlayamazlar. Başta peygamberler olmak üzere üstün ahlaka sahip Müslümanları
tarih boyunca anlayamamış, hatta onların kendilerini din ahlakına çağırmasına
karşılık bu mübarek insanlara kinlenmiş ve son derece ters ve saldırgan tavırlar
sergilemişlerdir.
Kuran'da bildirilen; "Ey Şuayb" dediler. "Senin söylediklerinin çoğunu biz
'kavrayıp anlamıyoruz'. Doğrusu biz seni içimizde zayıf biri görüyoruz. Eğer
yakın-çevren olmasaydı, gerçekten seni taşa tutar-öldürürdük. Sen bize karşı
güçlü ve üstün değilsin." (Hud Suresi, 91) ayeti ile Allah bu
insanların içinde oldukları inkarın şiddetini bildirmiştir. Kimi insanların
karşısında eğilen, onları hak etmedikleri bir yere koyan bu insanlar Allah'ın
sevdiği ve seçtiği Şuayb Peygamberin seçkinliğini, üstün kişiliğini,
samimiyetini ve ahlakını takdir edememiş, onun yalnız yakın çevresinden
etkilenmiş ve çekinmişlerdir. İçinde bulundukları inkarın azgınlığı ile, bu
kişiler güzel ahlaktan ve insaniyetten tamamen uzaklaşmış, basitliğin kirli
kültürü içinde yaşamayı tercih etmişlerdir.
“İnsanlar
Dünya Hayatıyla O Kadar Meşgul ki, Dikkatlerini Allah’a Veremiyorlar”
(Adnan Oktar'ın 26 Mart 2010 tarihli Kocaeli
TV röportajından)
ADNAN
OKTAR: Mesela “limon ne kadar hoş bir tadı var,
kokusu var” diyoruz, öyle bir şey yok. Limonun hiçbir tadı, kokusu olmaz.
Beynimiz onu o şekilde algılıyor. Yani vücut o şekilde algılar. Dolayısıyla
bütün bu algıları alan ruhtur. Allah ruhta bunları meydana getiriyor. O zaman
biz ruha döneceğiz. Yani çünkü asıl yaşadığımız hayat o olduğuna göre, asıl
beynimizin içinde yaşadığımıza göre, o zaman ruhumuzla asıl muhatap olmamız
gerekiyor. Hayır onu da anlatırız, yani ruh dışındaki dünyayı da anlatırız da
insanlara pek bir şey ifade etmez o kadar. Çünkü saydam maddeden bahsedeceğiz,
simsiyah karanlık Güneş’ten bahsedeceğiz, simsiyah Ay’dan bahsedeceğiz değil
mi? Mesela Kuran’da da Güneş’in ve Ay’ın kararmasından bahseder. Yani buna da
bir telmih, bir işaret var, yani bu konuya da bir işaret var. Normal dışarıda
karanlık zaten inşaAllah. Biz öyle görüyoruz. Yanlız bunun tabii bilinme oranı
çok çok düşük. İnsanlar bir de bunu fazla düşünmek istemiyor. İnsanlar ertesi
gün yapacağı işler, okulu varsa dersleri, evlenmek istiyorsa adamı nasıl ikna
eder veya bayanı nasıl ikna eder, ev nasıl kurmaya çalışır düşünüyor. Öbürü
gümrükte mal sıkıştıysa onu nasıl çektirebilir, öbürü mesela hastalığı varsa
onu nasıl tedavi ettirebilir, bunları düşünüyorlar.
Allah herkesi bir şeyle meşgul ediyor. Halbuki
asıl dikkat edilecek Allah’tır. Yani
çok kısa süre kalacağız biz, gümrükten malları çeksek bile, kısa süre sonra
ölüyor gümrükten malı çeken insan. Evlenen de kısa süre sonra ölüyor. Tedavi
olan da kısa süre sonra ölüyor, yine ölüyor. Mesela diyor ki, “ne güzel tedavi
oldum, zımba gibiyim” diyor, kısa bir süre sonra yine ölüyor. İnşaAllah öyle
bir konu olmuyor yani.
Onun için ölüme göre, sonsuz hayata göre
hazırlanmanın en akıllı hareket olduğu açık belli. Çünkü Allah kendisiyle
ilgilenilmediğinde, “Ben de onlarla ilgilenmem o zaman” diyor Allah. “Onlar
Beni unuturlarsa Ben de onları unuturum” diyor. Ama tabii haşa “Allah beni
–haşa- unutursa unutsun” diyorsa adam, işte o zaman cehennemin ortamı oluşmuş
oluyor o şahıs için.
Gafil Bir Hayat Yaşamaları
Gaflet, insanların, Rabbimiz'in varlığını unutup,
ölümü ve ahiret gerçeğini görmezlikten gelmeleri, dünyevi istek ve tutkularına
uyup bunlarla uğraşmaları sonucunda Allah'ın yüce emirlerini uygulamamaları
anlamına gelir. Allah'ın "Onlar,
dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil
olanlardır." (Rum Suresi, 7) ayetinde bildirdiği gibi olayları sadece
dıştan görünen yönleriyle değerlendirmekle yetinen; Allah'ın bu olaylar
üzerindeki mutlak hakimiyetini düşünmeden yüzeysel bir bakış açısıyla yaşamayı
kendileri için bir kültür haline getiren kişilerin bu durumda olmalarında inanç
eksikliklerinin önemli bir etkisi vardır. Yaratıcımız olan Allah'ın
büyüklüğünü, gücünün ve hakimiyetinin sınırsızlığını gerektiği gibi
kavrayamamış olmaları, onların, bu kültürü yaşama konusunda çirkin bir cesaret
kazanmalarına sebep olmuştur.
Bir insan Allah'ın her an kendisini gördüğünü,
yaptıklarından, tüm düşüncelerinden haberdar olduğunu ve bunların kendi adına
Allah Katında kaydedildiğini kavrıyorsa, sahip olduğu Allah korkusu onu Kuran
ahlakını yaşamaya yöneltir. Ona, hem davranışlarından hem de düşünce şeklinden
rahatça fark edilebilecek özel bir kalite getirir. Bu, basitlikten uzak, doğal,
Kuran ahlakı dışındaki hiçbir kültürü barındırmayan temizlikte, peygamberlerde
görülen haysiyeti, sabrı, samimiyeti ve vicdan anlayışını taşıyan bir
kalitedir. Bu ahlakta keskin bir şuur açıklığı vardır ve kişiyi her an Allah'ın
ve ahiretin varlığından haberdar olmaya, yaptığı her işte Allah'ın rızasını
gözetmeye yönlendirir. Her davranışında, ağzından çıkan her sözde Allah'ın
huzurunda olduğunu bilerek bu düşünceyi aklından hiç çıkarmadan yaşamasını
sağlar. Bu şuurdaki bir insanın basit bir mimik, basit bir üslup ya da basit
bir kişilik sergilemesi -Allah'ın dilemesi dışında- mümkün değildir. Aksine
böyle bir insan seçtiği her konunun, yüzündeki her mimiğin, gözünde oluşan
anlamın, sesindeki tonun Müslümana yakışır bir güzellikte olmasına her an itina
eder.
Ancak bu bilince sahip olmayan ve gafil
tanımına uyan bir insan, günlük yaşamı içinde Allah'ın ve ahiretin varlığını
çoğunlukla unutur. Çok fazla insanla muhatap olması, meydana gelen olayların
çeşitliliği ve benzersizliği, karşılaştığı sayısız detay, onu adeta hipnotize
eder. Tüm bunları Allah'ın insanları imtihan etmek için özel olarak
yarattığını, Allah için bu detayları yaratmanın çok kolay olduğunu aklına
getirmez. Aksine Allah'ı unutarak tüm dikkatini bunlara yöneltir. Karşılaştığı
her detayı hayatın akışı içinde tesadüflere bağlı olarak ve kontrolsüz bir
şekilde oluşan olaylar olarak değerlendirir. Bu gafil düşüncelerin bir sonucu
olarak insanların da mutlak varlıklar olduklarını düşünür. Onların tepkilerinin
de aynı şekilde tesadüfler zinciri içinde oluştuğunu zanneder. Bunun sonucunda
özellikle insanlar ile olan ilişkilerinde tüm mimiklerini, tepkilerini, hayat
şeklini ve geleceğe ait planlarını onlara göre ayarlar.
Allah'ın varlığını ve sonsuz gücünü unutan ya
da bildiği halde batıl basitlik dinini yaşamakta mahsur görmeyen bir insanın
Allah'tan gerektiği gibi korktuğunu söylemek mümkün değildir. Bunun sonucu
olarak da çoğunlukla aklına ahiretteki yaşantısı için hazırlık yapması
gerektiğini getirmez. Bu nedenle kendini kişilik olarak geliştirme, ahlakını
Allah'ın razı olacağı cennete yakışır bir düzeye getirme idealine de sahip
olamaz.
“Birçok İnsan Ölümü Çok Az Düşünüyor,
Halbuki Ölümü Düşünmek İnsanı Çok Derinleştiren Bir Nimettir”
(Adnan Oktar'ın 7 Şubat 2011 tarihli
Kahramanmaraş Aksu Tv röportajından)
ADNAN
OKTAR: Ölüm tabii çok az düşünülüyor. Halbuki ölüm
insanın hem mütevazı olmasını sağlar, hem Allah’tan korkmasını sağlar. Derin
düşünmesini sağlar; egoistlikten, bencillikten kurtulmasını sağlar. Makul,
dengeli olmasına vesile olur. Ölümü az düşünüp iyi olacağını düşünmek olmaz.
Bazı insanlar mutlu olacaklarını zannediyorlar. Ayette var, şeytandan Allah’a
sığınırım; “Her nefis ölümü tadıcıdır.”
Hatta şu mezarlığın kapısında da yazıyor, değil mi? O yazı kalktı mı, o üslup,
o düşünce kalktı mı egoistlik, bencillik gelişiyor. Ama öbür türlü cömert
olursun, sevecen olursun, dostlarını ararsın, dünyaya hırsın olmaz, sıcak kanlı
olursun, mütevazı olursun.
Manevi
yönler olmadı mı zaten dünyada da bir şey kalmıyor. Sevgi yoksa, dostluk yoksa,
kardeşlik yoksa, affedicilik yoksa, sabır yoksa hiçbir şey kalmıyor. Sabır
olmazsa dostluğun devam etmesi mümkün değil, sevginin. Kafasına eser, adam
durduk yere “görüşmek istemiyorum” der, o kadar. Keser, atar. Bahane de yok,
“bıktım” diyor, o kadar. İnsan sevdiğinden bıkar mı? “Bıktım” diyor. Veya çok
adice şeyler düşünebiliyor, egoistçe, bencilce. O yönüyle ölümün gündemde
tutulması gerekiyor. Onu ara ara detaylı anlatalım, inşaAllah.
Ölümü teknik olarak da anlatmak lazım. Ölümün
her safhasını, ölüm anını, insanın ölürken ne hale geldiğini, ölümden sonraki
safhaları çok iyi anlatmak lazım. Çünkü imtihanın sonu. Bir başlangıcı var, biz
dünyaya birdenbire geliyoruz. Çocukluk safhamız var, gelişiyoruz. Zaman da çok
süratli akıyor. Mesela bak ne güzel, Allah benim kaderimde İslam’ı yaymak,
anlatmak var olarak yaratmış. Ne güzel, hazır kaderimde, görüyor musun?
Hiç zorlanmıyorum, sadece samimi oluyorum;
Allah bana televizyonda anlatma imkanı veriyor, internette anlatma imkanı
veriyor, radyolardan anlatma imkanı veriyor. Anlattıkça da kendim de zevk
alıyorum, kendi kendime de anlatmış oluyorum anlattıklarımı. Beynimin içindeki
bir görüntü bana bunları anlatıyor, ben kendim konuşuyor değilim ki, Allah
konuşturuyor. Konuşmayı ben yaratıyor değilim, ben konuşma yaratamam. Konuşmayı
Allah yaratıyor, ben de o konuşmayı dinliyorum. Siz nasıl dinliyorsanız ben de
dinliyorum. O bilgiyi aktaran da Allah...
Basit İdealleri Olanlara Kuran'dan Bir
Örnek: Samiri'ye Uyan İsrailoğulları
Kuran'da peygamberlerin tebliğ yaptıkları
toplumların, hak hükümler karşısındaki genel tavırları da bildirilir. Bu kutlu
insanların sabırları, tebliğleri sırasında kendilerine çıkarılan güçlükler
karşısındaki dirayetli ve tevekküllü tutumları, inançlarındaki kararlılıkları
gibi daha birçok üstün ahlak özelliklerine dikkat çekilir. Kuran'da Hz. Musa
(as)'ın Allah'ın dinini anlattığı İsrailoğulları ile ilgili kıssalardan birinde
ise Samiri adı verilen bir şahıstan bahsedilir. Hz. Musa (as)'ın kavminin
başında olmamasını fırsat bilen Samiri, kavim içinde bozgunculuk çıkararak
insanları putlara tapmaya teşvik etmiştir. Onları imanlarından sonra saptırmaya
çalışmıştır.
Kuran'da bildirilen bu kıssada Hz. Musa
(as)'ın Allah'tan gelecek vahyi bir an önce almak niyetiyle, kavmini arkasında
bırakarak Tur dağına çıktığından şöyle bahsedilir:
"Seni kavminden 'çarçabuk
ayrılmaya iten' nedir ey Musa? Dedi ki: "Onlar arkamda izim
üzerindedirler, hoşnut kalman için, Sana gelmekte acele ettim Rabbim."
(Taha Suresi, 83-84)
Ancak kavmin başsız ve kontrolsüz kalmasını
fırsat bilen Samiri imanen güçlü olmayan, telkine açık halkı doğru yoldan
saptırmıştır. Onları fitneye düşürmüştür. "Dedi
ki: "Biz senden sonra kavmini deneme (fitne)den geçirdik, Samiri onları
şaşırtıp-saptırdı." (Taha Suresi, 85)
Allah'tan aldığı vahiy sonucu kavminin
kendisinin ardından düştükleri durumu öğrenen Musa Peygamber ise kavminin
yanına dönerek, onlara Allah'ın iman edenlere olan vaatlerini ve ahiretin
varlığını hatırlatmıştır. Ardından da Allah'ın vaadinden umut kesenlerin ve
fitnenin içine düşenlerin başına gelecek büyük belaları haber vermiştir.
"Bunun üzerine Musa, kavmine
oldukça kızgın, üzgün olarak döndü. Dedi ki: "Ey kavmim, Rabbiniz size
güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da süre) pek uzun mu
geldi? Yoksa Rabbiniz'den üzerinize kaçınılmaz bir gazabın inmesini mi
istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?" (Taha Suresi, 86)
Bunun üzerine kavmi içinde Samiri'nin sapkın
telkinlerine kulak vererek gerçeklerden sapanlar, Musa Peygambere onun
gidişinin ardından meydana gelen olayları şöyle anlatırlar:
"Dediler ki: "Biz sana
verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır halkının) süs
eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık, böylece Samiri
de attı." (Taha Suresi, 87)
Ayetin ifadesinde açık olduğu gibi,
ellerindeki süs eşyalarını ateşe atmaları için insanları ikna eden Samiri kendi
elindekileri de atarak onlara kendince niyetinin samimi olduğuna dair bir kanıt
sunmak istemiştir. İnsanları bu sinsi yöntemlerle kendine inandırmıştır. Gerek
imanı gerekse iradesi zayıf olan, inkarcı telkinlere açık, Allah'ın yolundan
sapmaya müsait bir ahlaka sahip olan bazı insanlar onun söylediklerini yapmakta
bir tereddüt yaşamadan hemen Samiri'nin direktiflerine uymuşlardır. Hz. Musa
(as)'dan öğrendikleri gerçeklere, Allah'ın kendilerine gösterdiği mucizelere
rağmen hiçbir gücü ve yetkisi olmayan, kendilerinden olan bir kişinin sapkın
sözlerine ve telkinlerine uymakta bir mahsur görmemişlerdir. Ardından Samiri
eriyen süs eşyalarıyla onlara bir buzağı heykeli yapmıştır. Sonrasında ise
kendi eliyle yaptığı bu heykeli onlara gerçek ilahları (haşa) olarak tanıtmıştır.
Bu sırada Hz. Musa (as)'ın halkın üzerindeki etkisini ortadan kaldırmak
amacıyla onunla ilgili kendince olumsuz telkinler yapmaya başlamıştır:
Böylece onlara böğüren bir buzağı
heykeli döküp çıkardı, "İşte, sizin de ilahınız, Musa'nın ilahı budur;
fakat (Musa) unuttu" dediler. (Taha Suresi, 88)
Allah ayette Samiri'nin yaptığı bu putun
hiçbir gücü olmadığını kendileriyle konuşacak, onların sorularına cevap
verecek, onlara zarar veya fayda getirecek bir kuvveti, iradesi olmadığını
bildirir. İnsanların bu açık gerçekleri görmezlikten gelerek Samiri'nin
çağrısına kulak verdikleri Kuran'da şöyle bildirilir:
Onun kendilerine bir sözle cevap
vermediğini ve onlara bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını
görmüyorlar mı? (Taha Suresi, 89)
Hz. Musa (as)'ın kavminin bir özelliği de
kavmin başında Hz. Musa (as) dışında kardeşi Hz. Harun (as)'ın da peygamber
olarak bulunmasıydı. Hz. Musa (as) Tur dağına çıkarken kavmini Hz. Harun (as)'a
emanet etmiştir. Ancak Samiri'nin yaptığı buzağı heykeli karşısında inançlarını
kaybederek, buna tapmaya başlayan halk Hz. Harun (as)'ın yaptığı uyarılara
kulak vermemişlerdir. Hz. Harun (as) bu heykelin kendileri için bir fitne
olduğunu hatırlatmasına ve gerçek Rablerinin Allah olduğunu söylemesine rağmen
İsrailoğulları onu dinlememişlerdir. Peygamberleri olduğu halde, Hz. Harun
(as)'ın emrine itaat etmemişler, başkaldırmışlardır.
Andolsun, Harun bundan önce
onlara: "Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz
(denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan Allah)dır; şu halde bana uyun ve
emrime itaat edin" demişti. (Taha Suresi, 90)
Ardından yaptıkları bu kötü iş için bir
peygambere karşı asla öne sürülmeyecek geçersiz bir bahane ortaya atarak zaman
kazanmak istemişlerdir.
Demişlerdi ki: "Musa bize
geri gelinceye kadar ona (buzağıya) karşı bel büküp önünde eğilmekten
kesinlikle ayrılmayacağız." (Taha Suresi, 91)
Kendi gözleri önünde yapılan bir heykele güç
isnat eden bu insanlar büyük bir cehalet ve akılsızlık içinde bu heykelin
önünde eğilmeye başlamışlardır. Hz. Musa (as) Tur Dağı'ndan inerek kavminin
yanına ulaştığında Samiri'ye "…Ya
senin amacın nedir ey Samiri?" (Taha Suresi, 95) demiştir. Samiri'nin
peygamberine verdiği cevap; "...Ben
onların görmediklerini gördüm, böylece elçinin izinden bir avuç alıp atıverdim;
böylelikle bana bunu nefsim hoşa giden (bir şey) gösterdi." (Taha
Suresi, 96) şeklinde olmuştur.
İsrailoğulları içinde hak dine iman etmekle
kazanılan yüksek şuura sahip olmayan insanların bulunduğunu ve bu kişilerin
basit çıkarlar peşinde olduklarını, dünyevi isteklerinden vazgeçmeyeceklerini
fark eden Samiri onların bu zayıflıklarından faydalanmıştır. Peygamberin
yokluğundan fırsat bilerek onları yeniden müşrik yaşamlarına geri döndürecek
bir sistem kurmuştur. Bu sistem içinde "Ben
onların görmediklerini gördüm…" ifadesinden anlaşıldığı gibi kendini
özel yetenekleri olan bir insan gibi tanıtarak, makam ve mevki tutkusunu tatmin
etmek istemiştir. Ancak asıl önemli olan konulardan biri ve bizim de vurgulamak
istediğimiz nokta Samiri'nin sözüyle hareket eden bu kişilerin Allah'ın
rızasını kazanmak ve peygamberlerine itaat etmek yerine Samiri gibi dünyevi
idealleri olan fırsatçı bir kişinin yönlendirmesine uyum sağlamalarıdır. Küçük
hedefleri, basit idealleri olan, yüksek ahlak göstermekten, Allah rızası için
yaşamaktan gerektiği gibi zevk almayan bu kişiler kendilerine sunulan en basit
dünyevi tekliflerde bile hemen inançlarını yitirecek bir ahlak göstermişlerdir.
Peygamberlerinin arkasından, sadakat ve vefa
göstererek sabırla Allah'tan gelecek vahyi beklemek yerine kötü niyetli bir
insanın uydurma yönlendirmelerine uyarak kısa dünyevi çıkarlar sağlama amacında
olmuşlardır. Hz. Harun (as)'ın sözüne itaat etmeyerek, Allah'ın "De ki: "Allah'a ve elçisine
itaat edin." Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz Allah, kafirleri sevmez."
(Al-i İmran Suresi, 32) ayetiyle bildirdiği gibi kafirlerin peygamberlere
gösterdiği bir ahlak içinde olmuşlardır.
Görüldüğü gibi basit çıkarlar peşinde koşan,
ideallerini ahirete göre belirlemeyen insanlar çok basit mantıklarla dahi kandırılabilirler.
İnançlarından kolaylıkla vazgeçebilirler. İradeleri, zayıf telkinlerle dahi
kırılacak kadar güçsüz olur. Hemen ümitsizliğe kapılabilir, akılcı olmayan bir
çağrıya kulak verebilirler. Yüksek bir Allah korkusu ve ahiret inancı üzerine
kurmadıkları inançları hemen yıkılabilir. Gözleriyle gördükleri, elleriyle
dokundukları maddi varlıklar, onlara ahirette kendilerine vaat edilen sonsuz
nimetlere göre daha gerçekçi görünür. Oysa
Allah'ın ahirette cennet ehline vereceği eşsiz nimetler Allah'ın dilemesi
dışında sonsuza kadar değerlerini ve güzelliklerini yitirmeyecektir. Cennetteki
nimetlerle ilgili olarak bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
"Doğrusu, muttaki olanlar
için Rableri Katında nimetlerle donatılmış cennetler vardır." (Kalem
Suresi, 34)
Ancak ölümü kendilerinden uzak gören, büyük
bir gaflet içinde dünya hayatını yaşama peşinde olan yani basit çıkarları hedef
edinen basit insanlar metalara daha fazla değer verirler. Oysa bu kişilerin
sandığının aksine dünya hayatının ve içindeki metaların gerçek durumu Kuran'da
bildirildiği gibi, "… Dünya hayatı,
aldatıcı metadan başka bir şey değildir." (Al-i İmran Suresi, 185)
Allah başka bir ayette de dünyanın değerli görülen bu metalarının gerçek
niteliklerini bildirir: "… De ki:
"Dünyanın metaı azdır, ahiret, ise muttakiler için daha
hayırlıdır..." (Nisa Suresi, 77)
Hz. Musa (as)'a tabi olmak yerine Samiri gibi
sahte bilgiler ve metalarla insanları kandıran birine tabi olan, onun sözünü
dinleyerek kısacık dünya hayatında çıkar elde etmeye çalışanlar, bu konumları
nedeniyle henüz dünyada iken bile çok küçültücü bir duruma düşmüşlerdir. Allah
Kuran'da yer alan her kıssayı temiz akıl sahipleri için bir öğüt ve ibret
olması için bildirir. Bu kıssada da Hz. Musa (as) döneminden günümüze kadar
gelmiş geçmiş her insan için bir öğüt ve hatırlatma vardır.
Sana geçmişlerin haberlerinden bir
bölümünü böylece aktarıyoruz. Gerçekten, sana Katımız'dan bir zikir verdik.
(Taha Suresi, 99)
Andolsun, onların kıssalarında
temiz akıl sahipleri için ibretler vardır... (Yusuf Suresi, 111)
Öğüt alan bir kişi ne olursa olsun Allah'a
olan imanını, değeri çok az olan dünyevi kazançlarla değiştirmez. Dünyaya ait
basit hedeflerine ulaşmak amacıyla imanını zedeleyecek, ahirette cennet
hayatını kaybetmesine neden olabilecek bir talep ve beklenti içinde olmaz.
İdeallerini Allah'ın rızasına göre belirler. Allah'ın rızasını görmediği bir
konuda hemen geri çekilir. Kendisini cennet hayatından uzaklaştıracak bir hayat
şekline ve kültüre yaklaşmaz. Bundan şiddetle kaçınır ve çevresindeki insanlara
da yaşatmak istemez. Cahiliye ahlakına dair göstereceği herhangi bir tavrın
diğer insanlar üzerinde oluşturacağı olumsuz etkinin sorumluluğunu almaktan
şiddetle korkar. Kendi takvası için gösterdiği özene benzer bir özeni, aynı Hz.
Musa (as)'ın ahlakında gördüğümüz gibi, diğer insanlar için de göstermek için
çaba sarf eder. İnsanları basitliğin kirli kültürü içinde, şirk dolu bir
hayatın içinde bırakmayı arzu etmez.
Hayatlarında Yüksek İdeallere Yer Olmaması
Müslümanlar ahirete yönelik büyük idealleri olan
insanlardır. Bu ideallerin başında ahirette Allah'ın iman edenler için
hazırladığı cennete girme isteği yer alır. Ancak bunun üstündeki yegane
idealleri Allah'ın kendilerinden razı olmasıdır.
Allah, mü'min erkeklere ve mü'min
kadınlara içinde ebedi kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn
cennetlerinde güzel meskenler vadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en
büyüktür... (Tevbe Suresi, 72)
Cennet, nefsin arzu ettiği her türlü nimeti
içinde barındıran kusursuz bir mekandır. Kuran ahlakını yaşayan bir insanın
içinde yaşamayı tutkuyla istediği, kavuşmak için çaba harcadığı sonsuz bir
güzellikler yurdudur. Ancak ayette de bildirildiği gibi bir mümin için sonsuz
güç sahibi Rabbimiz'i razı etmek herşeyin üzerindedir. Bu amaç doğrultusunda bir
Müslüman kendisini her an daha güzel ahlaklı olacağı şekilde yetiştirir, insani
özelliklerini ise daha güçlü ve kaliteli hale getirmek için hedefini her geçen
gün biraz daha yükseltir. Bu nedenle samimi bir Müslüman kendini hiçbir konuda
yeterli görmez. Kendini yeterli görüp bu yönde kişiliğini, alışkanlıklarını,
davranış biçimini değiştirmekten ya da geliştirmekten vazgeçmez. Kişiliğindeki
gelişimi hiçbir dünyevi ölçü ya da kıyaslama ile sınırlı tutmaz. Her an daha
iyiye, daha güzele, Allah'ın kendisinden razı olacağını umduğu daha olgun bir
karaktere sahip olmaya istekli olur. Kendisini, dünyayı değil cennet ortamını
ölçü alarak geliştirir ve Allah'ın cennete layık gördüğü peygamberler gibi
üstün ahlaklı insanlarla birarada yaşamayı umarak bir hazırlık yapar. Bu yüzden
de hedefi hep çok büyük olur.
Oysa bir önceki bölümde belirttiğimiz gibi
Allah ve ahiret inancı zayıf olan gafil bir insan için idealler çoğunlukla dört
duvar arasına sıkışmıştır. Bu kültürün içinde yaşayan bir insanın Müslümanlarda
olduğu gibi yüksek bir ideal içinde olması zordur. Bu tip kişilerin idealleri
daha çok dünya ile sınırlı kalmıştır. İyi bir ev, iyi bir iş, iyi bir aile
ortamı, iyi bir yaşam standardı en yüksek idealleri arasındadır. İnsanların bir
kısmı sadece bu klasik ideallere ulaşmayı isterler. Bunları elde etmek için
hayatları boyunca çalışır ve emek sarf ederler.
Bir insan basit bir kültür içinde yaşayarak,
kötü bir ahlak göstererek de bunların bir kısmına hatta tümüne ulaşabilir.
Hatta bunları elde etmek için nefsinin kötülüklerini ortaya çıkarmaktan
çekinmeyen insanlar da vardır. Örneğin bir insan, sadece kendisini ve bazı
sevdiklerini düşünerek bencilce ve büyük bir hırs içinde onları hoşnut edecek
bir gayeye yönelebilir. Yapacağı işten Allah'ın rızasını kazanıp kazanamayacağını
düşünmeden elde edeceği kazancın dünyevi isteklerini tatmin etmesini yeterli
görebilir. Dünyada elde ettiği bu kazancın ahirette kendisine nasıl bir
karşılık olarak geri döneceğini aklına dahi getirmeyebilir. Oysa dünyada
insanın nefsini tatmin eden bir kazanç, ahirette onun sonsuza kadar mutsuz
olmasına neden olacak bir kayba dönüşebilir.
Ahirette Allah'ın samimi kullarına vereceği
sonsuz nimetleri düşünmeden dünyanın geçici metalarına kilitlenen ve bunlarla
tatmin olan biri gerçeklere karşı adeta kör olmuş gibidir. Çünkü Allah "…Onlar ise dünya hayatına sevindiler.
Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir
meta'dan başkası değildir." (Ra'd Suresi, 26) ayetiyle dünyada
kazanılanların geçiciliğini bildirmektedir. Başka bir ayette ise bu kişileri "İşte bunlar, ahireti verip dünya
hayatını satın alanlardır…" (Bakara Suresi, 86) şeklinde
tanıtmaktadır. Ayette geçen "ahireti
verip dünya hayatını satın alanlar" ifadesi bu kişilerin ideallerinin
ne kadar sınırlı kalmış olduğunun anlaşılması açısından son derece önemlidir.
Çünkü bu kişiler Allah'ın, samimi kulları için hazırlamış olduğu sonsuz cennet
nimetlerini göz ardı ederek son derece kısa olan dünyevi metalarla yetinmeyi
tercih etmektedirler. Bu seçim onları basitliğin kirli kültürüne sürüklemekte,
sınırlı ideallerle son derece yüzeysel bir kültür ve düşük bir insani kalite
içinde yaşatmaktadır.
Oysa ölüm, sürekli yaklaşmakta olan ve hiç
kimsenin kaçamayacağı bir gerçektir. Bunu bile bile bir insanın, ahireti
unutması ve hedeflerini sadece kendi küçük dünyasıyla sınırlı tutması büyük bir
gaflettir. Böyle bir düşünce tarzı, basit düşünen bu nedenle de çok açık olan
gerçekleri göremeyen bir insanın seçimidir.
İnsanın dünyevi ideallerini belirlerken bir
gün bir yerde yüz yüze geleceği ölüm gerçeğini aklından çıkarmaması gerekir.
Çünkü o vakit geldiğinde dünya ile ilgili tüm planlarının, ideal haline
getirdiği, ulaşmak için uğraş verdiği emeklerinin bir anlamı kalmayacaktır.
Hepsini arkasında bırakarak ahiret hayatına geçecektir. Allah ölüm vakti
geldiğinde insanın tek başına ve dünyada sahip olduğu hiçbir şeyi yanına
almadan Kendi huzuruna geleceğini şöyle bildirmektedir:
"Andolsun, sizi ilk defa
yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)'
Bize geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız..." (Enam
Suresi, 94)
Bu nedenle akılcı ve doğru olan, insanın
yaşadığı süre boyunca Müslümanca düşünmesi ve dünyadaki ideallerini de
Müslümanca belirlemesidir. Bir insanı yüzeysel düşünmekten, basit dünyevi
hedefler belirlemekten kurtaracak yegane yol budur.
Eğitim ve Yetiştirilme Tarzının Kişiyi Bu
Kültüre Yönlendirmesi
İnsanların kendi aile çevrelerinden, yakın
ilişki içinde oldukları arkadaş gruplarından ya da içinde yaşadıkları sosyal
çevreden aldıkları telkinlerin de, basitliğin kültürünü yaşamalarında önemli
bir etkisi vardır. Aile ortamından başlayarak okul ve arkadaş ortamı ile devam
eden eğitim sırasında kişinin çevresindeki insanlardan öğrendiği düşünce ve
davranış biçimleri tüm yaşamında etkili olur. Eğer bir insan cahiliye toplumu
içinde yetişmişse ve kendisi de Kuran ahlakını benimsememişse, o zaman
çevresinden öğrendiği çirkin karakteri aynı şekilde devam ettirebilir.
Özellikle çocukluk yıllarındaki gözlemlerin,
bu karakterin yaşanmasındaki rolü büyüktür. O çağda anne babasının, yakın
akrabalarının ya da arkadaşlarının içinde yaşadığı kültür kişiyi derinden
etkiler. Henüz hiçbir şey bilmeyen bir çocuk çevresindeki insanlarda gördüğü
iyi ve kötü herşeyi hafızasına alır. Belli bir süre sonra da bunları taklit
ederek benzer olaylar karşısında aynı tepkileri vermeye aynı konuşma tarzını
kullanmaya başlar. Belli bir yaşa kadar zevkleri, alışkanlıkları, davranış
biçimleri neredeyse bu kişilerin birer kopyası gibi olur. Hatta kendisine yeni
ve iyi bir şey öğretilmek istendiğinde hemen annesinden, babasından ya da yakın
görüp kültürünü benimsediği başka bir kişiden böyle öğrenmediğini öne sürerek
güzel bir davranışı uygulamaktan kaçınır.
Allah Kuran'da "Hayır" dediler. "Biz atalarımızı böyle yaparlarken
bulduk." (Şuara Suresi, 74) ve "Ne
zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar:
"Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. …" (Bakara Suresi, 170)
ayetleriyle cahiliye insanlarının bir kısmının körü körüne atalarının asılsız
uygulamalarına uymakta ısrar ettiklerini bildirir.
Oysa bir kişi iyiyi kötüden ayırt edebilecek
bir yaşa geldiğinde, vicdanını kullanır ve Kuran'ı rehber edinirse çevresinde
yaşanan kültürün kötü ve dejenere bir kültür olduğunu fark edebilir. Böyle bir
kültür içinde yaşamayı sahip olduğu Allah korkusu ve ahlak anlayışı ile
bağdaştıramaz. Bu nedenle de onun bir parçası olmayı reddeder. Hiçbir tavır ve
anlayışında bu kültürü anımsatacak bir davranış içinde olmaz.
Samimi bir Müslüman hangi koşul altında
yetişirse yetişsin, nasıl bir eğitim düzeyine, nasıl bir fiziki görünüme sahip
olursa olsun Allah'tan kendisine gelen herşeyi büyük bir tevekkül ve güzellikle
karşılar. Çevresinde cahiliye kültürünün her ne türü yaşanırsa yaşansın güzel
ahlakı ile bunlardan kendini rahatça soyutlar. Bu kişinin görünümündeki ve
tavırlarındaki farklılık, ruhundaki kalite, imandan dolayı oluşan heybet ilk
bakışta fark edilir. Nitekim bunun en güzel örneği tarih boyunca yaşamış olan
peygamberlerdir. Örneğin babası son derece basit, saldırgan karakterli ve
putperest bir insan olmasına karşılık Hz. İbrahim (as), Allah'ın sevdiği,
elçisi olarak seçtiği ve "...Allah,
İbrahim'i dost edinmiştir." (Nisa Suresi, 125) ayetinde haber verdiği
gibi şereflendirdiği bir peygamberdir. Hz. İbrahim (as), içinde yaşadığı
putperest toplumun basit kültürünü asla benimsememiş, bu anlamda kendisini
onlardan tamamen soyutlamıştır. Onların kendisine anlattığı, öğrettiği hiçbir
şeyi kabul etmemiş, imanlı, onurlu ve güçlü bir kişilik sergileyerek, Kuran'ın,
"Sizden ve Allah'tan başka
taptıklarınızdan kopup-ayrılıyorum ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki, Rabbime
dua etmekle mutsuz olmayacağım." (Meryem Suresi, 48) ayetinde
bildirildiği gibi Allah'ın rızasına uygun yaşamıştır.
Cahiliye ahlakında ise Kuran ahlakına aykırı,
batıl ölçüler geçerlidir. Örneğin bir insan eğer cahiliye kıstaslarına göre
kötü bir çevrede yetiştiyse kendini değersiz görür. Veya din ahlakından uzak
toplumlarda çok önemli görülen zenginlik, maddi imkanlar, şöhret gibi
özelliklere sahip olmayan bir insan anlamsız bir eziklik duygusu, kompleks
içinde olur. Bundan dolayı da kendisine saygısı olmaz. Kendisini bu şekilde
gördüğü için de iyi ve güzel olanı bulup ona yönelmek gibi bir arayışı olmaz.
İman etmediği, Allah Katında kıymetli olana değil insanların gözünde önemli
olana yöneldiği için pek çok zaafa, dolayısıyla da güçsüz, iradesi zayıf,
kişiliksiz bir bünyeye sahip olur. Aklına gelen olumsuz fikirlere, dışarıdan
gelen negatif telkinlere verecek bir cevap bulamaz. Böyle bir insanın ise
çevresindeki olumsuz telkinlerden etkilenmesi çok kolay olur.
İmanın getirdiği doğruyu yanlıştan ayırt
edebilme yeteneğine sahip olmadığından yanlış bilgiler, yanlış telkinler,
yanlış yönlendirmeler ile kişiliği zayıf bir hale gelebilir. Sonuç olarak
ortaya küçük düşünen, basit tavırlarda bulunan, kendi kendini değersiz gören
biri çıkar. Böyle bir kişi yaşadığı şartlardan dolayı Allah'a tevekkül etmesi,
sabır gösterip güzel ahlak arayışı içinde asil bir karakter geliştirmesi
gerektiğini aklına getirmez. Aksine anlamsız bir kompleks içinde, bu kirli
kültürün oluşturduğu ahlak dışında başka bir ahlak yaşamayı düşünemeyecek
duruma gelir.
Kuran ahlakını yaşayan bir kişi ise Allah'ın
kendisini Müslüman olarak yaratmasından dolayı O'na şükreder. İnsanı değerli
kılanın, Müslüman olmak, iman ve akıl sahibi, vicdanlı takva sahibi bir insan
olmak olduğunu bilir. Hiçbir eksikliği onu basit davranmaya itmez, aksine onu
Allah'a tevekkül etmeye, kusurlarını ve eksiklerini olabildiğince düzelterek, kendini
geliştirerek, Kuran ahlakına uygun davranmaya yöneltir. Geçmişte bu kişi cimri
ve bencil, kavgacı insanların bulunduğu bir ortamda yetişmiş olsa bile, benzer
olaylar karşısında aynı tür tepkiler vermez. Aksine Allah'ın "Onlar, bollukta da, darlıkta da infak
edenler, öfkelerini yenenler…" (Al-i İmran Suresi, 134) ayetinde
bildirdiği gibi cömert ve yumuşak huylu bir karaktere sahip olur.
Ayette bildirildiği gibi her ne şart altında
olursa olsun ihtiyacı olanları gözetir, öfkesine yenilmez aksine böyle bir
durum karşısında son derece bağışlayıcı olur, alçakgönüllü bir ahlakı benimser.
Asla basit hedefler edinmiş, ahireti unutup dünyaya hırsla bağlanmış, Allah'ın
rızasını gözetmeyen, küçük çıkarlar peşinde koşan insanların ahlakına benzer
bir ahlak göstermez. Kuran'ı kendisine rehber edinerek yaptığı bu tavır
değişikliği, cahiliye hayatında öğrendiği her tavrı terk etmesi için
yeterlidir.
Hz. Musa (as) ve Firavun örneği
Hz. Musa (as), kendisini halkın gözünde
ilahlaştırmaya çalışan (Rabbimiz'i tenzih ederiz), uyguladığı acımasız
yöntemlerle insanları zulüm dolu bir hayat içinde kendi emri altında yaşatan
Firavun'un sarayında büyümüştür.
Kuran'da Firavun'un birçok karakter
özelliğinden bahsedilir. "Firavun
dedi ki: "Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu
bilmiyorum..." (Kasas Suresi, 38) ayetinde bildirildiği gibi sözde
ilahlık iddiasında bulunan (Allah'ı tenzih ederiz) ve "...kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler…" (Zuhruf
Suresi, 54) ayetinde bildirildiği gibi halkını sürekli küçümserken kendini
büyüten, kibirli bir insandır. Kuran'da yer alan ayetlerden Firavun'un dengeli
bir insan olmadığı da anlaşılmaktadır. Gözünü mal ve iktidar hırsı bürümüş,
Allah'ın, "Firavun kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: "Ey kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu
altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?"
(Zuhruf Suresi, 51) ayetinde bildirildiği gibi elindekilerin gerçek sahibinin
Allah olduğunu inkar ederek zenginliği ve maddi gücü ile övünen zorba bir
diktatördür.
Bu anlayıştaki bir insanın yanında yetişen
Musa Peygamber ise derin imanı ve yüksek vicdanı ile bulunduğu çevreden tamamen
farklı ve üstün bir ahlaka sahip, ihlaslı bir Müslümandır. Yetiştiği ortamın
ahlak anlayışından tamamen farklı bir ahlak anlayışına sahiptir. Firavun ve
diğer inkarcı insanlar; ellerindekiyle övünme, büyüklenme, insanları küçümseyip
alay etme, kendini beğenmişlik, gafillik, ideallerinin dünya hayatındaki
metalar ile sınırlı olması gibi daha birçok ahlaki zaaf içinde yaşarken o
bunlardan uzak, üstün bir ahlaka, soylu bir kişiliğe sahip olmuştur. Allah, "Andolsun, Biz kendilerinden önce,
Firavun'un kavmini de denedik. Onlara kerim bir elçi gelmişti." (Duhan
Suresi, 17) ayetinde Hz. Musa (as)'dan "kerim bir elçi" olarak
bahseder. Kerim kelimesi; soylu, asil, şerefli, izzetli anlamlarına
gelmektedir. Görüldüğü gibi Firavun'da görülen inkarcı insanlara özgü kötü
ahlak özelliklerinin aksine, Hz. Musa (as) Müslümanlara has üstün ahlak
özelliklerine sahip, asil bir insandır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hazreti Musa (as))
Hz. Musa (as)'ın ve diğer peygamberlerin
hayatlarından bölümlerin yer aldığı kıssalarda, bu kıymetli insanların çok
farklı ortamlarda, kendilerinden çok farklı inanç ve karakter yapısı içindeki
insanlarla birarada yaşadıkları anlaşılmaktadır. Ancak hepsi de güzel
ahlakları, asaletleri ve izzetli kişilikleriyle kıyamete kadar yaşayacak olan
tüm insanlara örnek kılınan bir hayat sürmüş, bu insanların yaşadıkları
cahiliye kültürleri ile aralarına yıkılmaz bir duvar çekmişlerdir. Onlar,
imanlarının kendilerine kazandırdığı yüksek vicdanları ile insanların büyük bir
kısmının içine düştüğü bu kirli cahiliye kültürünün daima dışında olmuşlardır.
Çünkü iman eden bir insan yukarıda belirttiğimiz gibi nasıl bir ortam içinde
yetişirse yetişsin, sahip olduğu vicdanı ile bu yapının bir parçası olmayı asla
kabul etmez. Böyle bir davranış biçimi içinde yaşamayı kendine yakıştırmaz.
Çevresindeki tüm insanların tepkilerini alacağını, dostluklarını ve sevgilerini
kaybedeceğini bilse bile bu kültüre dair tek bir düşünce ya da hareketi
Müslümanlık onuruna sığdıramaz.
Cahiliyenin kirli kültürünü yaşayan insanlar,
bulundukları toplum içinde kendileri gibi kişilerden oluşan geniş bir çevre
edinebilir, maddi imkanlar elde edebilir, çıkara dayalı dostluklar
kurabilirler. Basitliği yaşayan insanların sayıca çok olmasına aldanabilir,
"güç kazanırız" mantığıyla bu tarz kişilerle dostluklarını
ilerletebilirler. Kendilerince kuvvet ve onurun –kötü ahlaklı ve basit
karaktere sahip insanlardan oluşsa da- çoğunluğa uymakla elde edilebileceğini
zannedebilirler. Oysa bu düşünce Kuran'a göre tamamen yanlıştır. Allah
aşağıdaki ayetlerinde asıl izzet ve şerefin iman edip Müslüman ahlakını
yaşamakla ve böyle insanlarla dostluklar kurmakla kazanılacağını bildirmiştir:
"Onlar, mü'minleri bırakıp
kafirleri dostlar (veliler) edinirler. 'Kuvvet ve onuru (izzeti)' onların
yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, 'bütün kuvvet ve onur,' Allah'ındır."
(Nisa Suresi, 139)
"…Oysa izzet (güç, onur ve
üstünlük) Allah'ın, O'nun Resûlü'nün ve mü'minlerindir..." (Münafikun
Suresi, 8)
Bu nedenle samimi bir Müslüman, tüm
çıkarlarını ve elindeki imkanlarını kaybetmek uğruna da olsa bu batıl sistemin
işlemesine destek veren bir insan olmayı kabul etmez. Kendisini, şartlara ve
çevresine uyum sağlama gibi bir mecburiyet içinde hissetmez. Aksine Allah'ı
razı edecek şartlar ne ise bunları oluşturma çabasında olur. Bu onurlu ve
ihlaslı karakterin karşılığı olarak Allah salih Müslümanları hem dünyada hem de
ahirette mükafatlandıracağını ayetlerde şöyle bildirir:
İman edenler, hicret edenler ve
Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd edenlerin (çaba harcayanların)
Allah Katında büyük dereceleri vardır. İşte 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenler
bunlardır. Rableri onlara Katından bir rahmeti, bir hoşnutluğu ve onlar için,
kendisinde sürekli bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. Onda ebedi
kalıcıdırlar. Şüphesiz Allah, büyük mükafat Katında olandır. (Tevbe Suresi,
20-22)
BASİTLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞ ŞEKİLLERİ
Bedeviler ve Kirli Kültürleri
Her dönemde olduğu gibi Peygamberimiz (sav)
döneminde de din ahlakının inceliklerini kavrayamayan, yüzeysel ve kaba düşünce
yapısına sahip, imanı kalplerine yerleştirememiş insanlar vardı. Kitabın
başında da belirttiğimiz gibi "basitlik dini"ni benimsemiş olan bu insanlardan
bir kısmı bazı Bedevilerdir.
"Bedeviler
inkar ve nifak bakımından daha şiddetlidir.
Allah'ın elçisine indirdiği sınırları bilmemeye de onlar daha 'yatkın ve
elverişlidir'..." (Tevbe Suresi, 97) ayetiyle
bildirildiği gibi Bedeviler itaatsizliğe ve sınır tanımamaya daha eğilimli
idiler. Peygamberimiz (sav) gibi mübarek bir insanı bizzat görmelerine,
sohbetlerine katılmalarına, O'nun tebliğini almalarına, O'nun üstün ve seçkin
ahlakına, her durumda asil, kaliteli ve modern tavırlarına şahit olmalarına
rağmen Bedevilerin çoğu, kendilerini geliştirememiş, kaba ve basit bir çizgide
kalmışlardır. Bu basitlik onların Allah'ın şanını gereği gibi takdir
edememelerinden ve dine olan yanlış bakış açılarına, itaat anlayışlarından
Peygamberimiz (sav)'e karşı olan saygılarına, oturup kalkmalarına, yemek
yemelerine kadar tüm tavırlarında görülüyordu.
Bedevilerden bazılarının ve Bedevi ahlakı
gösteren diğer insanların Peygamberimiz (sav)'e karşı olan tavırlarının son
derece cahilce olduğunu Allah Kuran'da bildirmiştir. Bu insanlar ince
düşünceden, nezaketten, saygı ve sevgiden uzak bir yapı içinde oldukları için,
davranışları da Kuran ahlakından son derece uzaktı. Allah Peygamberimiz
(sav)'in yakınında bulunabilen bu insanların basit tavırlarıyla ilgili olarak
Kuran'da şöyle buyurmaktadır:
Ey iman edenler (rastgele)
Peygamberin evlerine girmeyin, (Bir başka iş için girmişseniz ille de) yemek
vaktini beklemeyin. (Ama yemeğe) çağrıldığınız zaman girin, yemeği yiyince
dağılın ve (uzun) söze dalmayın. Gerçekten bu, Peygambere eziyet vermekte ve o
da sizden utanmaktadır; oysa Allah, hak(kı açıklamak)tan utanmaz... (Ahzab
Suresi, 53)
Bu kişiler az önce de belirttiğimiz gibi pek
çok şeyi akledemiyor, ince düşünemiyorlardı. Örneğin bir kısmı Peygamberimiz
(sav)'e odaların ardından sesleniyor, O'nun sohbetlerinde seslerini
yükseltiyor, sözde öne geçmeye çalışıyorlardı. Allah "Şüphesiz, hücrelerin ardından sana seslenenler de, onların çoğu
aklını kullanmıyor. Eğer gerçekten, yanlarına çıkıncaya kadar sabretmiş
olsalardı, herhalde (bu,) kendileri için daha hayırlı olurdu..."
(Hucurat Suresi, 4-5) ayetleriyle onların bu tavırlarını da uyarmıştı. Kaba bir
düşünce yapısına sahip oldukları için Peygamberimiz (sav)'in üstün ahlakını,
yüksek vicdanını, sabrını, hoşgörüsünü takdir edemiyor, adap ve saygıdan
anlamıyorlardı. Allah'ın sevdiği ve seçtiği mübarek bir peygamberle aynı
dönemde yaşamanın, onu görmenin, tanımanın ne büyük lütuf olduğunun şuurunda
değillerdi.
Allah, Peygamberimiz (sav)'in yanında söz
keserek ve ses yükselterek konuşan basit insanların tavrı üzerine de ayet
indirmiş ve bu insanların yaptıkları amellerin boşa çıkabileceğini
bildirmiştir:
Ey iman edenler, Allah'ın
Resûlü'nün huzurunda öne geçmeyin ve Allah'tan sakının. Şüphesiz Allah,
işitendir, bilendir. Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesi üstünde
yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona sözle bağırıp-söylemeyin;
yoksa siz şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider. (Hucurat Suresi, 1-2)
Dikkat edilirse bu ayetlerde iman edenlere
hitap edilmektedir. Yani bu kişiler geçmişte Peygamberimiz (sav)'in çevresinde
yaşayan ve onun evinin içine kadar girebilen, sohbetlerine katılan insanlardır.
Allah bu ayetlerle, müminlerin içinde de din ahlakını tam anlamıyla yaşamayan
ve kalbinde iman edenlere karşı gerçek bir sevgi ve saygı beslemeyen, basit
karakterli insanların bulunabileceğine işaret etmektedir.
Basit insanların saygıdan uzak üslubunu, salih
müminlerde görmek ise kesinlikle mümkün değildir. Allah'tan korkan bir insanın
konuşmalarında, her zaman karşı tarafa rahatlık verecek bir üslup ve anlatım
olur. Allah'a karşı duyduğu korku, kişinin, samimiyetin ve tevazunun hakim
olduğu bir tavır güzelliği içinde olmasını sağlar. Bu nedenle müminler son
derece net ve düz ifadelerle konuşurlar. Düşündüklerini açıkça ifade eder,
hiçbir zaman hissettiklerini söylemek için ima yolu kullanmazlar. Saygıya uygun
olmayan, karşı tarafın kalbinde şüphe ve burukluk meydana getirebilecek hiçbir
üslubu kendilerine yakıştırmazlar. Bu vicdanlı, akılcı ve güzel üslup sadece
konuşmalarında değil her türlü mantık örgüsü ve tavırlarında da kendini
gösterir. Müminlerin, gösterdikleri saygıda nasıl titiz oldukları Allah'ın "…Şüphesiz, Allah'ın Resûlü'nün
yanında seslerini alçak tutanlar; işte onlar, Allah kalplerini takva için
imtihan etmiştir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır." (Hucurat
Suresi, 3) ayetinden açıkça anlaşılmaktadır.
Samimi Müslümanlar ne kadar kaliteli bir ruha
sahip ve asil karakterliyseler, basitlik dinini benimsemiş insanlar da o kadar
kaliteden ve asaletten uzaktırlar. Bu insanlar Müslümanlarla birarada olsalar
bile kendilerini değiştirmezler. Kendilerini geliştirme ya da yenileme ihtiyacı
hissetmezler. Vicdanlarını örttükleri ve şeytanın yoluna uydukları için,
Müslümanların güzel ve ince davranışları ile kendi kaba ve yüzeysel ahlaklarını
kıyaslama gereği hissetmezler. Kendi akıllarını beğenir, yaptıkları tüm
basitlikleri doğal karşılarlar. Bu kişilerin içinde bulundukları durum, balığın
suda yüzüp de suyun dışında bir hayat şeklini bilmemesi gibidir. Oysa Asr-ı Saadet
döneminde yaşamış olan basit karakterli insanların karşılarında örnek
alabilecekleri Peygamber Efendimiz (sav) gibi saygın ve şerefli bir insan
vardır. Allah'ın "Andolsun, sizin
için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça zikredenler için
Allah'ın Resûlü'nde güzel bir örnek vardır." (Ahzab Suresi, 21)
ayetinde bildirdiği gibi Peygamberimiz (sav) her konuda tüm insanlar için en
güzel örnektir.
Mübarek Peygamberimiz (sav) kendi döneminde
yaşayan insanlar için nasıl güzel bir örnekse, kendisinden sonra kıyamete kadar
yaşayacak olan tüm insanlar için de aynı şekilde örnektir. Rabbimiz Kuran
ayetlerinde Peygamberimiz (sav)'in üstün ahlakını bizlere bildirmiştir. Ayrıca
Peygamberimiz (sav)'in hadislerinden ve sahabelerin, O'nunla ilgili bize aktarılan
açıklamalarından da O'nun yüksek ahlakını, kaliteli kişiliğini öğrenmek ve
örnek almak mümkündür.
Gerek geçmişte gerekse günümüzde basitlik
dinini benimsemiş kişiler ise Allah'ın Kuran'da tarif ettiği, Hz. Muhammed
(sav)'in hayatında en güzel örneğini gördüğümüz asil, kaliteli ve modern
Müslüman tavrını yaşayamazlar. Zayıf imanları, dar düşünce yapıları, düşük
akılları ile Kuran ahlakını yaşamlarına geçiremezler. İçinde bulundukları ruh
halini ise gerek bakışları, gerek konuşmaları, gerekse eğlence, espri
anlayışları, estetik ve güzellikten anlamayan yapıları, çirkin tavırları ile
açığa vururlar. İlerleyen sayfalarda basitliğin kirli kültürünü benimsemiş
insanların yaşamlarında basitliğin nasıl ortaya çıktığını anlatacağız.
Bakışlardaki Basitlik
Bilindiği gibi insanın bakışları, sahip olduğu
kişiliği ve yaşadığı kültürü yansıtır. Yüze gerçek anlamını veren bakışlar,
kişinin içinde yaşadığı ruh halini, kültür düzeyini, kişiliğini, karakter
yapısını teşhis etmede önemli bir etkendir.
Allah'a iman eden, içinde ahiret korkusu
duyan, ihlaslı bir müminin bakışlarında derin bir tevazu, teslimiyet ve
olgunluk göze çarpar. Gözlerinde dünyevi tutkulardan uzak ve olgunluğa ulaşmış
bir insanın mutmain olmuş bakışları görülür. Allah'a iman ettiği, akıllı ve şuurlu
bakışlarından açıkça anlaşılır. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisinde "Ölümü en çok hatırlayanı ve ölümden
sonraki (hayatı) için en güzel şekilde hazırlananı. İşte onlar en akıllı-şuurlu
olanlardır" şeklinde buyurmuştur. (İbni Mace, Cilt 10, s.540)
İşte bu şuura sahip bir Müslümanın gözünün
ifadesine doğal olmayan anlamlar verme çabasında olmaması, aksine bakışlarını
rahat bırakmış, güven telkin eden bir anlam taşıması ruhunun, imanın kuvvetiyle
sakinleşmiş olduğunu gösterir. Bakışları; güzel ahlaklı, Allah korkusu içinde
yaşayan ve bir cahiliye kültürü içinde yaşamamakta kararlı olduğu belli olan
bir insanın bakışlarıdır. Bu bakışlarda heybet ve keskinlik vardır.
Bu bakışların aksine, basitlik kültürünün
etkisindeki çoğu insan, bu kültürün tüm çirkinliklerini bakışları ile ortaya
koyar. Bazı durumlarda kendileri bu kültürü ne kadar saklamak isteseler de
bakışları kendilerini ele verir. Örneğin Müslümanların heyecanlarını,
mutluluklarını ve şevklerini ifade eden canlı bakışlarının aksine bu kişilerin
gözlerinde kimi zaman matlık ve donukluk hakim olur. Kastedilen, bu insanın
kişilik olarak son derece canlı, dışa dönük, insanlarla kolay diyalog kurabilen
bir yapısı olsa bile Allah'tan gafil, ahiretin varlığını tam olarak
kavrayamamış olmasının bakışlarında oluşturduğu özel bir boşluk ve
cansızlıktır.
Kuran'da bu donuk bakışların oluşmasında,
kalbin Allah ile birlikte olmaması yani gafletin önemli bir rolü olduğu
bildirilir. Bu gafil bakışlara bir ayette şu şekilde işaret edilir:
Onlar, Allah'ın, kalplerini,
kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta
kendileridir. (Nahl Suresi, 108)
Yaşadığı kirli kültürün etkisiyle oluşan bu
bakış şekli, insan ne kadar bakışlarını anlamlı göstermek için çabalasa da, bu
kültürü bırakıp Allah'a samimi bir Müslüman olarak iman etmedikçe, heybetli,
güzel ve anlamlı gerçek bir bakışa dönüşmez. Bunu kişi ancak sahte olarak elde
edebilir. Çünkü yaşadığı kültürün çoğunlukla dinden uzak, ufku dar olan
anlayışı, kişide dikkat çeken, hayranlık uyandıran gerçek bir güzellik
oluşmasını imkansızlaştırır. Aksine insanı itici ve gerek bakışlarıyla gerekse
tavırlarıyla rahatsızlık veren biri haline sokar. Bakışlarında tam anlamıyla
birebir bağlantı kurulabilecek, karşılıklı konuşulabilecek, durum değerlendirmesi
yapılabilecek bir anlam oluşmaz.
Bu kirli kültürü yaşayan kimi insanların ise
kendi akılsızlıklarını gizlemek için her olayda kendilerince alay edecek bir
yön bulmaya çalışmaları, gözlerinde rahatsız eden alaycı bir ifade oluşmasına
neden olur. Oysa düşüncesini açık yüreklilikle, dürüstçe söylemek yerine alaya
başvurmak, karşısındakini küçümseyerek kendini yüceltmeye çalışmak genel olarak
basit insanların kullandıkları ve gerçekte kendilerini küçültücü bir yöntemdir.
Bu bakışların arkasında çoğunlukla aslında hiç kimseyle alay edecek hali
olmayan, aksine birçok konuyu diğer insanlar gibi derinlemesine kavrama
yeteneği bile olmayan zayıf bir kişilik yatmaktadır. Allah'ın büyüklüğünü
hakkıyla kavrayabilen bir insan asla bakışlarına alaycı bir ifadeyi yakıştırmaz.
Her zaman Allah'ın huzurundaki acizliğinin bilincindedir. Bu nedenle böyle bir
ahlak ve tavır bozukluğu içine hiçbir zaman girmez. Aklı ve vicdanı,
bakışlarının her zaman doğal ve samimi olmasını sağlar. Samimi bir Müslümanın
gözünde akıllı, insancıl, sıcak, samimi ve dostane bir ifade vardır.
Bakışlarıyla güvenilir olduğunu, yüksek bir ahlak içinde yaşadığını karşı
tarafa yansıtır. Bunun yanında bakışları basitliğe karşı adeta kalkan gibi
engelleyici bir görev üstlenir. Basit bir bakışla ona bakan ondan asla
beklediği karşılığı alamaz.
Çevresindeki herşeyde Allah'ın tecellilerini
gören ve O'nu yücelten bir insanın bakışında yüksek bir şuur açıklığı, dikkat
ve keskinlik göze çarpar. Allah'ın yarattıklarına karşı hayranlığı, sevgisi ve
ilgisi gözlerine bakıldığında anlaşılacak şekilde açık olur. Ancak çevresine
tam olarak bu şekilde bakmayan, aksine çoğunlukla insanları Allah'tan bağımsız
varlıklarmış gibi değerlendiren, dünyanın Allah'ın kontrolü altında olduğunu
unutabilen biri bakışlarında da bunun neden olduğu boşluğu ve çoğu zaman
tedirginliği yansıtır. Kalbinde Allah sevgisi gereği gibi oluşmadığından, O'nun
yarattıklarına karşı duyduğu sevgi de
zayıf olur, gözünde gerçek sevgiye dair anlamlar oluşmaz. Aksine bu
kişiye ne kadar dostane davranılırsa davranılsın buna ancak içinde yaşadığı
basit kültürün sevgi anlayışı kadar bir karşılık verebilir. Çünkü basitlik onu,
Allah'a ve insanlara olan sevgisini güçlendirecek nedenleri kafasında tam
toparlamaktan dahi alıkoyan, gaflete sürükleyen bir kültürdür. Bu kültürün
etkisindeki kişi olabildiğince yüzeysel ve dar düşünen bir mantık örgüsüne
sahiptir.
Basitliğin kirli kültürü, kişinin günlük
yaşamda sıkça karşılaştığı olaylar karşısında bakışlarına itici anlamlar ve
şekiller vermesinde de etkili olur. Örneğin bu kültürün içinde yaşayan kişiler
yine bu kültürün çirkinliklerinden biri olan dedikodu yaparlarken gözlerini
kısarak konuşurlar. Benzer şekilde hayret ya da şaşkınlıklarını ifade etmek
için gözlerini olabildiğince açar, çirkin bir görünüm sergilerler. Kültür
ortaklığı içinde oldukları kişilerle gizlice yaptıkları konuşmalar sırasında
ise etrafı kontrol eden, sürekli sağa sola hareket eden bakış şeklini
kullanırlar. Bunun dışında bu insanların kendilerini ilgilendirmediğini
bildikleri halde merak ettikleri konularda özel olarak kullandıkları kaçamak
bakış şekilleri vardır. Bu, sezdirmeden, göz ucuyla ya da başka bir yere
bakıyormuş gibi yapıp, merak edilen şeye göz atma şeklindedir.
Akıllı bir insan, kendisini dışarıdan
seyretmesini bilen ve güzel olmayan tavırlarını, mimiklerini teşhis edip
düzelten insandır. Dolayısıyla böyle bir tavrı kendisinde teşhis edip hemen
değiştirebilir. Basit insan ise böyle bir değerlendirme ve öz eleştiriyi
yapabilecek bir akla sahip değildir. Kendisini dışarıdan bakan birinin gözü ile
değerlendiremez. Örneğin az önce bahsettiğimiz bakış şekillerinin anormalliği
kendisine tarif edilse bile bunu bir türlü anlayamaz. Çünkü ona göre bu bakış
şekillerinde bir sakınca yoktur, hatta bunların son derece insani tepkiler
olduğunu bile öne sürebilir. Basitlikle insaniyeti ayırt edemeyecek kadar
yüzeysel bir bakış açısına sahiptir. Bir insanın elbette ki çok şaşırdığı bir
anda gözleri büyüyebilir, meraklandığı sırada gözünde buna dair bir ifade
oluşabilir. Fakat burada kastedilen basit insanların bakışlarındaki tepkilerin
doğallıktan çok uzak olması ve bunu özel bir yöntem olarak kullanmalarıdır.
Şaşırmadıkları halde şaşırmış gibi yapmaları, gereksiz merak sonucu kaçamak
bakışlar kullanmaları, gizlice dedikodu yaparken etrafı bakışlarıyla
kollamaları, tecessüs etmeleri yani bir kişiye onun kusurlarını araştıran,
inceleyen bakışlarla bakmaları... Bunların hiçbiri insani ve makul bakışlar
değildir. Aksine yaşadıkları derin gafletin ve basitliğin sonuçlarıdır. Kalbini
Allah'a bağlamış, O'nun kendisini her an gördüğünü, sarıp kuşattığını bilen bir
Müslümanın gözünde bu tip ifade ve bakışlar oluşmaz. Bu kişiler etrafa bu
bakışlarla bakarken Allah'ın kendilerini gördüğünü, Allah'ın "Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün
gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır." (Enam Suresi,
103) ayetinde bildirdiği gibi gözlerini "idrak ettiğini"
unutmaktadırlar. Allah bir başka ayette ise, "(Allah,) Gözlerin hainliklerini ve göğüslerin sakladıklarını
bilir." (Mümin Suresi, 19) şeklinde buyurmakta ve insanın açığa
vurmadığı düşüncelerinin Allah'tan gizli kalamayacağı gibi hiçbir bakışının da
gizli kalamayacağına dikkat çekmektedir.
Bu insanların kullandığı bir diğer bakış da bu
kirli kültürü paylaştıkları insanlarla karşılıklı bakışarak yaptıkları sessiz
anlaşmalardır. Ortama ve duruma göre birbirlerine karşı çeşitli manalara gelen
bakışlar kullanır ve kaş göz işaretleri yaparlar. Bu bakışmalar ve
işaretleşmeler kimi zaman ortamda bulunan bir kişiyle alay etme, kimi zaman da
buna benzer alt kültüre ait bir düşünceyi aralarında gizliden gizliye aktarma
amacıyla kullanılır. Allah bu kültür içindeki insanların kullandığı alay,
bakışma ve işaretleşme gibi basit kültüre ait sessiz haberleşme yöntemlerinin
suç ve günah işleyenlerin de kullandığı bir yöntem olduğunu Kuran'da bildirir:
Doğrusu, 'suç ve günah
işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi. Yanlarına vardıkları zaman,
birbirlerine kaş-göz ederlerdi. (Mutaffifin Suresi, 29-30)
Bir başka ayetinde ise Allah "Arkadan çekiştirip duran, kaş göz
hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline;" (Hümeze Suresi, 1)
şeklinde buyurmakta ve insanları böyle bir ahlaka karşı uyarıp korkutmaktadır.
Allah'a samimi olarak iman eden, Allah'ın
kendisinden her haliyle razı olmasını isteyen bir insan bu bakışların
tamamından sakınır. Kalbini ve vicdanını her zaman temiz tutar. Çünkü din
ahlakına muhalif olan ve Allah'ın Kuran'da razı olmadığını bildirdiği bu basit
tavırlar kişinin Allah Katında beklediği karşılığı almasını engelleyebilir. Bu
nedenle insanın basitliğe; basit kültüre ait bakışların oluşmasına neden olan
düşüncelere, mantık bozukluklarına karşı duyarlı olması gerekir. Allah'a karşı
samimi olmaya karar veren bir kişi, içinde yaşadığı bu kültür ve onun kirli
tavırlarından kendini uzaklaştırıp Allah'a bu tavırlarından dolayı tövbe
etmeli, ardından da daha önceki tutumundan vazgeçtiğini Müslüman ahlakını
yaşama konusunda ciddi bir kararlılık göstererek ortaya koymalıdır.
Allah Kuran'da; "Ve 'çirkin bir hayasızlık' işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri
zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir.
Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü
şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir." (Al-i İmran Suresi, 135)
şeklinde bildirerek çirkin tavırlardan vazgeçerek tevbe etmenin samimi
Müslümanlara ait bir özellik olduğunu haber vermektedir.
Basitlik Kültürüne Ait Konuşmalar
Bakışlar gibi, bu kültürün içindeki kişiler
arasında geçen konuşmalar da gerek içerik gerekse konuşma sırasında kullanılan
ses tonu ve konuşma üslubu açısından içinde yaşadıkları ruh halini yansıtır.
Basit
insanlar basit konuları halletmek için gereğinden fazla zaman ayırırlar. Tek bir cümle ile çözülebilecek bir konuyu aralarında büyüterek
saatlerce konuşabilirler. Örneğin bu kültürü yaşayan bazı kadınlar birlikte
yemek yaparlarken çok iyi bildikleri halde yemeğin nasıl yapılacağı konusunda
bitmek bilmeyen bir sohbete girerler. Birbirlerine akıl verme, kendi
kullandıkları yöntemleri defalarca tarif etme, gizliden gizliye karşı tarafın
yöntemlerini eleştirme gibi konuşmalarla gereksiz zaman harcarlar. Çok kısa
sürede yapılıp bitirilecek kolay bir yemeği ya da başka bir işi aralarındaki
konuşmanın verdiği ağırlık ve zaman kaybı nedeniyle çok daha uzun sürede
tamamlarlar. Hiçbir fayda sağlamayacak konulara vicdanları hiç rahatsız olmadan
gereğinden çok daha fazla zaman ayırırlar. Örneğin sırf rejim konusu üzerine
saatlerce konuşabilirler.
Aynı şekilde bu kültürü yaşayan erkekler
arasında da bir araba markasının özellikleri, futbol sohbetleri gibi konular
uzayabilmektedir. İnsanın yardımcı olmak amacıyla sahip olduğu doğru bilgileri
karşısındaki kişiye aktarması elbette ki makuldur. Ancak gereksiz detaylara
girmek, sözü uzatmak, boş ve amaçsız bir hale getirmek basit bir tutumdur.
Dikkatlerini verecekleri daha önemli konular ve işler olmadığında bu tür
konular insanlar için önemli hale gelir ve bunlara bol bol zaman ayırmak onlara
rahatsızlık vermez. Kendi dünya ve ahiret hayatları için konuşacakları son
derece önemli konular, almaları gereken çok önemli kararlar varken böylesine
sıradan konuları sabah akşam usanmaksızın konuşmaktan vicdan azabı duymazlar.
Allah Kuran'da, insanlar arasında ahirette kendilerine bir şey kazandırmayacak
işlerle oyalanan kişiler olduğundan bahsetmektedir:
Ki onlar, 'daldıkları saçma bir
uğraşı' içinde oynayan-oyalananlardır. (Tur Suresi, 12)
Ayette görüldüğü gibi Rabbimiz gereksiz vakit
ayrılan işleri "saçma bir uğraşı" olarak nitelendirmektedir.
Daldıkları bu konular ve bunlarla ilgili
detaylar basitlik dinini yaşayan insanların hayatlarının her alanında sayısız
konuda kendini gösterir. Oysa bir konuya gereğinden fazla zaman ayırmak, onunla
ilgili düşünmek ya da üzerinde konuşmak aklı başında, Allah'tan gerektiği şekilde korkan ve
ahirete iman eden biri için hem son derece iticidir hem de sakınılması gereken
bir durumdur. Detaya dalmayan, halledilmesi kolay konuları çevresine karmaşık
ve altından kalkılması zor olaylarmış gibi aksettirmeyen kişiler bu kültürü
yaşamamış olmakla hem ruhen hem de ahlaken çok önemli kazançlar elde ederler.
Allah Kuran'da "Bunlar, kendilerine
kitap, hikmet ve peygamberlik verdiklerimizdir…" (En'am Suresi, 89)
ayetiyle peygamberlere Katından hikmet diğer bir deyişle faydalı, kısa ve özlü
söz söyleme özelliği bahşettiğini haber verir. Başka bir ayetinde ise Allah
hikmetli konuşmanın kişiye önemli bir nimet olarak verildiğini, hikmet verilen
bu kişilere büyük bir hayır verilmiş olduğunu bildirir:
"Kime dilerse hikmeti ona
verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir…"
(Bakara Suresi, 269)
Görüldüğü gibi kısa ancak fayda getirecek
konuşmalar yapmak Allah Katında güzel olandır. "Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz çevirenlerdir."
(Mü'minun Suresi, 3) ayetiyle Allah
Müslümanların bunun dışındaki basit ve boş konuşmalardan yüz çevirdiklerini
bildirir. "Ki onlar, yalan
şahidlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu
olarak geçenlerdir." (Furkan Suresi, 72) ayetiyle de böyle basit bir
ortamdan asil bir tavırla uzaklaştıklarına dikkat çeker.
Basit
içerikli konuşmalar yapan kişiler samimiyet adı altında son derece avami
kelimeler kullanmakta sakınca görmezler. Konuşma
sırasında hayretlerini veya kınamalarını belli eden ses çıkışları yapmak, bahsi
geçen kişi ya da kişileri küçümsediklerini, onlarla alay ettiklerini ifade eden
ses tonları ve vurgulamalar kullanmak, basitlik kültürü içinde yaşayan insanlar
için doğal konuşma şekli haline gelmiştir. Oysa dünya hayatı boyunca Kuran'a
uygun olmayan her hareketinden sorumlu olacağının bilincinde olan kişi
kendisini hesap gününde utandırmayacak tavır ve konuşmalara yönelir. Onu küçük
düşürecek, basit bir insan konumuna sokacak konuşmalardan şiddetle kaçınır.
Ancak basitliği kendisi için bir kültür haline getiren insanların bu tür endişeleri
olmaz. Onlar Allah'ın her an kendilerini gördüğünü, her anlarının hesabını
vereceklerini göz ardı ederler, dolayısıyla nefislerinin arzularına göre
istedikleri gibi konuşabileceklerine inanırlar. Halbuki Allah ayetlerinde "Onun sağında ve solunda oturan iki
yazıcı kaydederlerken; O, söz olarak (herhangi bir şey) söylemeyiversin,
mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır." (Kaf Suresi, 17-18)
buyurarak insanın ağzından çıkan her kelimenin kaydedildiğini haber vermekte ve
insanları böyle bir gafletten sakındırmaktadır. Bir kişi geçmişte yaptığı,
hatta önceki gün yaptığı boş konuşmaları unutabilir, ama Allah bir ayetinde
şöyle bildirmiştir:
"...Benim Rabbim şaşırmaz ve
unutmaz." (Taha Suresi, 52)
İnsan söylediği şeyleri unutabilir, ama
Rabbimiz her insanın ağzından çıkan her kelimeyi sonsuz ilmi ile hıfz etmiştir.
Kendini
insanlara acındırarak ve insanlardan medet umarak konuşmak basitliğin kirli
kültüründe yaygındır. Karşı taraftan ilgi beklemek
ya da ona kendini acındıracak konuşmalar yaparak dikkat çekmek basit insanların
nefislerinin hoşuna gider. Böyle bir kişi herhangi bir durum karşısında nasıl
mağdur duruma düştüğünü, ne kadar zor şartlar altında kaldığını sürekli
vurgulayarak karşı tarafta acıma hissi uyandırmaya çalışır. İnsanların
kendisini mağdur görerek yardımcı olması ona garip bir zevk verir. Nefsi ona,
karşı tarafın gözünde kollanması, himaye altına alınması gereken bir insan
olmayı anlamsız bir şekilde çekici gösterir. Oysa asil bir insan kendisine
acınmasından, zavallı görülmekten değil güçlü, dirayetli, kişilikli görünmekten
zevk alır. Allah Kuran'da ancak nefislerine zulmeden sahtekar insanların böyle
bir ahlak gösterdiğine dikkat çeker. Örneğin Hz. Yusuf (as)'ın kardeşleri
kıskançlıkları sebebiyle Hz. Yusuf (as)'ı öldürmek istemiş ve onu kuyuya
atmışlardır.
Sonrasında ise, "Akşamüstü babalarına ağlar vaziyette geldiler. Dediler ki:
"Ey Babamız, gerçek şu ki, biz gittik, yarışıyorduk. Yusuf'u da
yiyeceklerimizin (veya eşyamızın) yanında bırakmıştık. Fakat onu kurt yemiş. Ne
var ki biz doğruyu söylesek bile sen bize inanacak değilsin." (Yusuf
Suresi, 17) ayetinde bildirilen üslupla babaları Hz. Yakub (as)'a kendilerini
acındırmaya çalışmışlardır. Üstelik açıkça yalan söylemelerine rağmen haksız
yere suçlanacaklarmış gibi kendilerini mağdur durumda göstermeye
çalışmışlardır. Halbuki bu kişiler Hz. Yusuf (as) gibi güzel ahlaklı, Allah'ın
övdüğü, mübarek bir insanı henüz bir çocukken, kardeşleri olmasına rağmen
öldürmeye kalkan kişilerdir. Açık bir deyişle "sahtekarlık" yapmaktadırlar.
Nitekim Hz. Yakub (as), "..."Hayır"
dedi. Nefsiniz, sizi yanıltıp (böyle) bir işe sürüklemiş..." (Yusuf
Suresi, 18) ayetinde bildirildiği gibi üstün basireti ile oğullarının
sahtekarlıklarını hemen anlamış ve bu yaptıklarının nefislerinden
kaynaklandığını kendilerine söylemiştir.
Görüldüğü gibi basitliğin kirli kültürünü
yaşayanlar haklı da haksız da olsalar kendilerini acındırmaya özen gösterirler.
Sürekli dertlerini, sıkıntılarını, yaşadıkları zorlukları dile getirirler.
Hayatlarının nasıl sıkıntı içinde geçtiğini o kültürde "dert yanma"
olarak adlandırılan bir üslupla karşı tarafa anlatarak bir tevekkülsüzlük
örneği gösterirler. Kuran ahlakını yaşamadıkları, konuşmalarında kullandıkları
çaresiz, çözümsüz ve ağlamaklı üsluplarından kolayca anlaşılır. Oysa herşeyin
Allah'ın kontrolünde olduğunu bilen bir insan hiçbir konuşmasında bu tür basit
bir üslubu kendisine yakıştırmaz. Aksine Allah'ın her an yanında olduğunu güçlü
bir şekilde ifade edecek konuşmalar yapar. Allah'ın verdiği güçle ve O'nun
yardımı ile herşeyi yapabileceğini açık şekilde ifade eder. İnsanların
kendisine acımalarını değil aksine güçlü kişiliği nedeniyle güvenmelerini,
saygı duymalarını ister.
Basit
insanların düşünce ufukları, ancak kendi kültürlerine ait sıradan konuları
anlatacakları kadarıyla sınırlıdır. Bu nedenle aynı
kültürü yaşadıkları insanlarla çok yakın diyalog kurabilirlerken, bu kültürden
uzak kişilerle konuşmaları son derece dar bir çerçeve içinde gerçekleşir. Kendi
basit dünyalarında yaşayan insanların gün içinde açtıkları sohbet konuları ve
bu sırada kullandıkları kelimeler dahi hemen hemen hep aynıdır. Onlar konuşmaya
başladığında diğer kişiler hangi kelimeleri kullanacaklarını, hangi konulardan
ne şekilde bahsedeceklerini bile tahmin edebilirler. Ufukları geniş
olmadığından, Allah'ın yarattığı güzellikleri, dünyada gelişen olayları samimi
bir gözle değerlendirmediklerinden yeni bir konu bulma, düşündüklerini farklı
ifade etme, her zaman ezbere ve yerli yersiz kullandıkları sözcüklerin dışına
çıkarak normal, düz konuşma özellikleri yok denecek kadar kısıtlıdır. Hatta
kendilerine söylenmese bu durumlarını fark edip rahatsızlığını duyacak
anlayışları dahi yoktur. Samimi imandan uzaklaşıp basitlik dinini
benimsedikleri için akıl, basiret, feraset, hikmet gibi özelliklerden yoksundurlar.
Sınırlı
düşünmelerine ve konuşabilmelerine, geniş görüş sahibi olmamalarına rağmen bu
insanlar, kendilerini çok önemli, çok zeki ve akıllı görürler. Bu nedenle konuşmaları sırasında genelde kendilerini hep öne
çıkaran bir üslup içindedirler. İçinde bulundukları kirli kültürün kendilerini
soktuğu alçaltıcı durumdan habersiz bir şekilde kendilerini gizli ya da açık
şekilde öven konuşmalar yaparlar. Oysa Müslümanlar "…Övgü (hamd), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve
düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan
Allah'adır."…" (İsra Suresi, 111) ayeti gereği övgülerini daima
Allah'a yöneltirler.
Akıl ve iman sahibi bir insan evrende var olan
herşeyin tek sahibinin Allah olduğunu bilir. Her ne kadar kendine aitmiş gibi
görünse de sahip olduğu tüm yeteneklerin, güzelliğin, zekanın, maddi imkanların
gerçek sahibinin Rabbimiz olduğunu aklından çıkarmaz. Allah'ın dilediği anda
tüm bu nimetleri ondan geri alabileceğini bilmenin tevazusuyla yaşar. Sahip
olduğu herşey için Rabbimiz'i över ve yüceltir. Bu gerçeklerden uzak şekilde
kendini övmeye çalışan bir insanı duyduğunda, onun yaşadığı bu basit kültürün
insanları ne kadar gafil bir duruma düşürdüğünü ibretle görür. Bu kişileri
gafletten uyandırmak amacıyla onlara Allah'ın varlığını, herşeyin mutlak
sahibinin O olduğunu hatırlatma isteği duyar.
Kuran'da Kehf Suresi'nde bu konuyla ilgili
olarak Allah iki adamın örneğini verir. Bu kişilerden biri Allah'a gönülden
dönüp yönelen bir Müslüman diğeri ise kendisine ait olduğunu zannettiği
mülkünün çokluğuyla övünen, bunların sonsuza kadar bozulmadan kendisinde
kalacağına inanan bir kişidir:
Onlara iki adamın örneğini ver;
onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık,
ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan
(verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak
fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı.
Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından
senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." Kendi
nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar
kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. Kıyamet-saatinin kopacağını da
sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha
hayırlı bir sonuç bulacağım." Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi
ki: "Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün
(eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin?
Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam. Bağına
girdiğin zaman, 'MaşaAllah, Allah'tan başka kuvvet yoktur' demen gerekmez
miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan.
Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne
gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir. Veya
onun suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç
yetiremezsin. (Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda
harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) ovuşturuyordu. O (bağın) çardakları
yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: "Keşke Rabbime hiç kimseyi
ortak koşmasaydım." Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu,
kendi kendine de yardım edemedi. İşte burada (bu durumda) velayet (yardımcılık,
dostluk) hak olan Allah'a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından
hayırlıdır. (Kehf Suresi, 32-44)
Ayetlerde bildirildiği gibi Allah'ı övmek
yerine kendisini överek derin bir gaflet içinde yaşayan, Allah'tan gelecek
herhangi bir bela ile, sahip olduklarını kaybedebileceğini düşünemeyen, ölümle
birlikte dünyada sahip olduğu herşeyi bırakıp yapayalnız ve tek başına Allah'ın
huzuruna çıkacağını unutan bu kişi, ancak ayette tüm anlatılanlar başına
geldiğinde gerçek durumunu kavramıştır. O ana kadar dünya hayatını son derece
gafil bir anlayış ile değerlendiren, basit mantık örgüsü nedeniyle Allah'ın
gücünü kavrayamayan bu insan, başına gelenler karşısında "keşke"
diyerek yaşadığı pişmanlığı dile getirmiştir.
Görüldüğü gibi basitlik kültürü bu kıssadaki
bahçe sahibi kişinin durumunda da olduğu gibi insanın olayları mantıklı
değerlendirmesini engeller. Kişiyi aslı olmayan boş bir gurur içinde yaşamaya
ve konuşmaya yöneltir. Sahip olduklarıyla övünen kişi bunu, açık ya da gizli
yollarla karşısındakilere sürekli ifade etme ihtiyacı hisseder. Zekası,
yetenekleri ve güzelliği ile, yeni aldığı evi ya da arabası ile, başarıyla
tamamladığı bir proje ile, sahip olduğu mülkü ya da çocuğunun kazandığı okul
nedeniyle sürekli olarak bir övünme içinde olur. Sürekli ne kadar isabetli
kararlar aldığını ifade ederek kendini yüceltmeye çalışır. Bunları kimi zaman
çok açık, kimi zaman da üstü örtülü bir üslupla dile getirir.
Bu cahiliye kültürü içinde, en samimi arkadaşlar
hatta kardeşler arasında bile kimin daha zengin olduğu, hangisinin çocuklarının
daha zeki olduğu, hangisinin daha iyi bir okulu kazandığı gibi sayısız konu
hakkında bu tip bir övgü yarışına girilir. Biri böyle bir yarışı başlattığında
diğeri geride kalmamak, cahiliye terimiyle "ezilmemek" için ondan çok
daha etkili olacağını düşündüğü başka bir konuyu ortaya atar. Bu şekilde sonu
gelmeyen bir samimiyetsizlik ve basitlik yarışı başlamış olur. Konuşmalarda bir
taraftan sözde samimiyet ifadesi olarak son derece yapmacık ve abartılı sevgi
sözcükleri kullanılırken diğer yandan da birbirlerine kıyasıya sükse yapmaya
çabalayan, birbirlerini ezmeye ve utandırmaya çalışan, karşı tarafı zor duruma
sokarak huzurunu kaçırmak isteyen bir ifade yöntemi uygulanır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi kimi zaman son
derece zalim, acımasız bir karaktere sahip olabilen bu sapkın kültürün
insanları çok sakin ve iyi görünürlerken bile aslında ortaya attıkları
konularla ve yaptıkları konuşmalarla içten içe karşı tarafın huzurunun
kaçmasını, üzülmesini, kendi durumlarına özenmesini isteyen insanlardır. Ancak
tüm bunlar yine bu kültürü paylaşan insanlara etki eder. Çünkü Allah'a iman
eden, tevekküllü bir Müslüman hiçbir zaman bu kültürden insanlarla aynı
seviyeyi paylaşmaz. "Kendilerini
(övgüyle) temize çıkaranları görmedin mi? Hayır; Allah, dilediğini temizleyip
yüceltir..." (Nisa Suresi, 49) ayetinde bildirilen gerçeği aklından
çıkarmaz.
Ayrıca iman eden bir kişide üzülmek, kıskanmak
gibi basit karakterli insanlarda görülen tepkiler oluşmaz. Bu nedenle basit
kültürdeki kişiler samimi Müslümanlara kendi kirli kültürlerini yaşatamazlar;
yaptıkları basit konuşmalarda onlardan karşılık alamazlar. Müslüman tüm mülkün
tek sahibinin ve herşeyin Yaratıcısı'nın Rabbimiz olduğuna iman ettiğinden
karşı tarafın kendini ve sahip olduklarını öven, şahsını yüceltmeye çalışan
konuşmalarını ibret vesilesi olarak değerlendirir. Bunlardan etkilenmek bir
yana bu tür konuşmalar onun kalbinde iticilik oluşturur. Çünkü övgüye layık
olan yalnızca göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki herşeyin sahibi ve Rabbi
olan Allah'tır:
… Mülk O'nundur, hamd (övgü) de O'nundur. O,
herşeye güç yetirendir. (Teğabün Suresi, 1)
Ve de ki: "Övgü (hamd), çocuk
edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da
(ihtiyacı) bulunmayan Allah'adır."… (İsra Suresi, 111)
Ayrıca salih bir Müslüman Allah'ın insanlara
verdiği nimetlerin tamamının bir imtihan vesilesi olduğunu da bilir:
Şu halde onların malları ve
çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında
azaplandırmak ve canlarının inkar içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe
Suresi, 55)
Bu
kültürü yaşayan insanların ortak özelliklerinden bir diğeri de dünyada meydana
gelen olaylardan, Müslümanlara yapılan baskı ve zulümden, zayıf bırakılan,
çaresiz kalan insanların yaşadıkları zorluklardan habersiz konuşmalar
yapmalarıdır. Bu kişiler dünyada yaşanan bu
gerçeklerle hiçbir zaman yüzleşmezler. Akılları her zaman kendileri için
kurdukları küçük dünyalarındadır. Dünyada yaşanan olayların gidişatından, Kuran
ahlakının yaşanmamasından dolayı insanların karşılaştıkları zorluklardan, yine
din ahlakından uzaklık nedeniyle çıkan iç savaşlardan ve ülkeler arası
çatışmalardan, açlık ve sefalet içinde yaşayan insanların maruz kaldıkları zorluklardan
çoğu zaman haberleri dahi olmaz. Daha doğrusu bu olaylar kendilerinden uzakta
olduğu için onları ilgilendirmez. Kendilerine bunlarla ilgili bir soru
sorulduğunda olup bitenlerden habersiz oldukları, hiç ilgilenmedikleri açıkça
anlaşılır.
Onlar sadece yemeleri, içmeleri, gezmeleri,
aileleri ya da iş yerindeki mevkileri gibi kendilerine özel konularla sınırlı
bir dünya içinde yaşarlar. Diğer insanların yaşadıkları sıkıntı ve zorlukların
nedenlerini ve nasıl çözülebileceğini düşünmez, bu konuda vicdanlarını
kullanmazlar. Bu duruma son verecek çözümü ne arama ne de uygulama ihtiyacı
duyarlar. Sorumluluğu hep başkalarına bırakarak, kendilerinin basit yaşayan ve
basit düşünen insanlar olduklarını kabullenirler. Kendilerini bu konulardan ve
sorumluluk yüklenmekten muaf gördükleri için basit konular üzerinde düşünmek,
bunlarla vakit harcamak ya da bunları sohbet konusu edinmek onları hiç rahatsız
etmez.
Biri yanlarında vicdanlı, insaniyete çağıran,
vicdanlarını uyaran konuşmalar açtığında sıkılır, suskunlaşırlar. Üzerinde
konuşmak istedikleri konular nefislerinin hoşuna giden, dikkati başkasına değil
de sadece kendi çıkarlarına yönlendirecekleri türde konular olur. Oysa Allah
yeryüzünde zulmün durdurulması için vicdan sahibi herkesi fikri bir mücadele içinde
olmaya çağırmaktadır. İnsanlardan bu sorumluluğu üzerinde hissetmeyenlerle
ilgili olarak Allah ayetinde şöyle bildirir:
"Size ne oluyor ki, Allah
yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize
Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katından bir yardım eden
yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına
mücadele etmiyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)
Bu kişiler dikkatlerini hayati olaylara
yönlendirmek, bunları çözüme ulaştıracak gerçek ve köklü çözümler bulmak yerine
kendi çıkarlarına çevirmişlerdir. Oysa Allah Kuran'da Müslümanların bir
özelliği olarak "Sizden; hayra
çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir
topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran
Suresi, 104) şeklinde belirterek Müslümanların hayra çağırma, iyiliğe
yönlendirme ve kötülükten sakındırma gibi yüksek ideallere yönelik, güzel bir
iş birliği içinde olmaları gerektiğini bildirmiştir. Bu tür idealleri
benimsemiş insanların yaptıkları işler kadar aralarında konuştukları konuların
da insanlara hayır ve fayda getireceği açıktır.
Basitlik
kültürü içinde uygulanan bazı ağız hareketleri, ses kullanma şekilleri ve
vurgulamalar vardır. Örneğin konuşma esnasında kimi
yerde sesin normal düzeyinden daha düşük bir tonda tutulması, bu kültüre özel
bir konuşma yöntemidir. Bu tona geçilmesi demek herkes tarafından duyulması
istenmeyen özel bir bilginin sırdaş edinilen kişiye aktarılacağı anlamına
gelir. Daha çok kadınların kendi aralarında üçüncü bir kişi hakkında yaptıkları
bir konuşma esnasında ya da alay içeren bir sözün söylendiği sırada kullanılır.
Benzer şekilde bazen de cümlenin belli bir yerinde yine başkalarının anlamasını
engellemek amacıyla hem ses kısılır hem de sözler ağızda yuvarlanır. Böylece
konuşmayı sadece ilgili kişinin anlayacağı şekilde bir yöntem kullanılmış olur.
Bu kültürde tüm yüz mimikleri genel olarak
kötü kullanılır. Kişinin yüzünü çirkinleştiren, doğal yüz hatlarını bozan türde
ağız şekilleri olur. Örneğin bu kişiler birbirlerini kınayıcı basit konuşmalar
yaparlarken gözlerini kısarak ve ağızlarını büzerek konuşurlar. Bu şekilde
ağzın doğal görüntüsü bozulmuş olduğundan hem yüz hoş olmayan bir ifade içinde
olur hem de sözcükler ağızdan doğallıktan uzak bir vurguyla çıkar. Bazıları
benzer şekilde kendilerince modern gördükleri çeşitli doğal olmayan şivelere
özenirler. Bu özenti sonucu kelimeleri ağızlarında yuvarlayarak veya dillerini
bir pelteklik varmış gibi kullanarak zor anlaşılan konuşmalar yaparlar.
Bu
kirli kültürü yaşayan insanlar -özellikle kadınlar- arasında dedikodu içerikli
konuşmalar çok yaygındır. Son derece basit konuları
gündeme getirip ardından da ilgili kişiler hakkında sonu gelmeyen, kötülük,
fitne, kıskançlık ve kin içeren konuşmalar yaparlar. Allah'ın "… (Kendi aralarında gizli toplantılar
düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O'dur; beşin
altıncısı da mutlaka O'dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar
mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine
haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir." (Mücadele Suresi,
7) ayetinde bildirdiği gerçeği hiç düşünmeyen insanlar bunu yaparlarken
Allah'tan tamamen gafil bir görüntü sergilerler. Büyük bir rahatlık içinde
başka bir kişinin hakkında ön yargılı, çoğunluğu iftiraya ve zanna dayalı, kötü
niyetli, bazen de bir kişinin zaafını açığa çıkarmaya yönelik gizli konuşmalar
yapabilirler. Güzel ahlaklı olmak ve olumlu düşünmek yerine kirli bir mantığın
kötü niyetli, fitne çıkarmaya yönelik düşüncelerini basitçe paylaşmaktan zevk
alırlar. Oysa bu kişiler Allah'tan gafil konuşmalar yaparken Allah onlara
şahittir. Bir ayette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
Yoksa onlar; gerçekten Bizim, sır
tuttuklarını ve aralarındaki fısıldaşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar?
Hayır, (işitiyoruz) ve onların yanlarındaki elçilerimiz de (herşeyi)
yazıyorlar. (Zuhruf Suresi, 80)
Bu ahlakı yaşayan kişiler arasında yapılan
dedikodu sohbetlerinde konuşmalar her zaman açık şekilde olmaz. Kimi zaman
kullanılan üsluptan dolayı, konuyu bilmeyen bir kişi, birisi hakkında söylenen
bu kinayeli sözleri övgü olarak bile algılayabilir. Halbuki riyakarca yapılan
bu övgüler aslında alay içerir ve karşı tarafı yermek amacı taşır. Ancak aynı
lisandan anlayan taraflar, kimden ve neden bahsedildiğini anlayabilirler. Çünkü
tüm cümleler sinsice seçilmiş, konuşmanın içine de yine şeytani ince hesaplarla
yerleştirilmiştir. Böylece hem konuşmalarına masum bir sohbet görüntüsü vermiş,
hem de yaptıkları basitliğe rahatça devam etmiş olurlar. Oysa Allah "Ey iman edenler, zandan çok kaçının;
çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini
araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.)
Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz.
Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok
esirgeyendir." (Hucurat Suresi, 12) ayetiyle kullarına dedikodu
yapmayı yasaklamıştır. Bunu "tiksindirici" bir tavır olarak
nitelendirmiştir. Ayrıca bu çirkin eylemi yapanların tövbe etmeleri ve
Kendisi'nden bağışlanma dilemeleri gerektiğini de haber vermiştir.
Allah Kuran'da özellikle gizli konuşmalar
yapılacağı zamanlarda Kendisi'nden korkup sakınılmasını, iman edenlerin
konuşmalarına dikkat etmelerini, iyilik, birlik ve Allah korkusu üzerine kurulu
konuşmalar yapmalarını emreder:
"Ey iman edenler, kendi
aranızda gizli konuşmalarda bulunacağınız zaman, bundan böyle günah, düşmanlık
ve Peygamber'e isyanı fısıldaşıp-konuşmayın; birri (iyiliği) ve takvayı konuşun
ve huzurunda toplanacağınız Allah'tan sakının." (Mücadele Suresi, 9)
Basit
insanlar fiziksel ihtiyaçlarını sık sık gündeme getiren konuşmalar yaparlar. Böyle insanlardan sık sık "acıktım, susadım, başım ağrıdı, hiç
uyuyamadım" gibi sözler duymak mümkündür. Elbette insan bir ihtiyacını
gerektiğinde dile getirebilir. Ama burada söz edilen basit karakterli
insanların bu konuları gündeme getirmeleri ihtiyaçlarını karşılamak, çözüm
bulmak amaçlı değildir. Bu insanlar bazen "laf olsun" diye bazen de dikkat
çekmek için böyle konuşmalar yaparak boş vakit geçirirler. Oysa bir Müslüman bu
tarz konuları dile getirmeye tenezzül etmez. Eğer bir ihtiyacı varsa bunu
ortadan kaldıracak tedbirleri alır. Zihni kendi küçük ihtiyaçları ile değil,
daima Allah'ı yücelten, dünyada Allah'ın razı olacağı faydalı işler yapmaya
yönelik düşüncelerle doludur. Kuran'da Allah Müslümanları şöyle tanıtmıştır:
Medine halkına ve çevresindeki
Bedevilere, Allah'ın elçisinden geri kalmaları, kendi nefislerini onun nefsine
tercih etmeleri yakışmaz. Bu, gerçekten onların Allah yolunda bir susuzluk, bir
yorgunluk, 'dayanılmaz bir açlık' (çekmeleri), kafirleri 'kin ve öfkeyle
ayaklandıracak' bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları
karşılığında, mutlaka onlara bununla salih bir amel yazılmış olması
nedeniyledir. Şüphesiz Allah, iyilik yapanların ecrini kaybetmez. (Tevbe
Suresi, 120)
Ayette görüldüğü gibi Müslümanların kendi
nefislerinin tutkularıyla oyalanmaları söz konusu olmaz. Aksine Allah yolunda
karşılaştıkları -küçük veya büyük- her türlü zorluğu bir ecir fırsatı olarak
değerlendirirler. Ve bu nedenle de her türlü ihtiyaçları için Allah'a tevekkül
eder, tamahkar bir tutum içinde olmazlar. Dolayısıyla bu ihtiyaçları gündemde
tutan basit konuşmalardan da daima kaçınırlar.
Basit
insanlar karşılarındaki kişilere sürekli olarak gereksiz açıklamalar yapmayı
alışkanlık haline getirmişlerdir. Bu kişiler
kendilerini yaptıkları işlerden temize çıkarmak, hiçbir zaman hata yapmaz gibi
göstermek amacıyla son derece basit konularda sürekli olarak açıklama yaparlar.
Çevrelerindeki kişileri uzun süre meşgul ederek, yaptıkları bu açıklamaları
dinlemelerini isterler. Neyi niçin yaptıklarını, aslında niyetlerinin ne
olduğunu, yanlış anlaşılmak istemediklerini, yaptıklarının sonuçlarının olumlu
olduğunu uzun uzun anlatırlar. Bunların tümü çok küçük sıradan konulardır. Evin
içinde kırılan bir bardak, yeri değişen bir eşya, iş yerinde kaybolan bir
dosya, unutulan bir mesaj ve bunlar gibi her ortamda değişen ancak her biri
önemsiz olan konular basit insanların konuşmalarında büyüyerek açıklama
gerektiren birer konu haline gelir. Her ne kadar bu açıklamaları yaparken
kendilerini masum göstermeye çalışsalar da aslında bu tavırlarının ardında
kibirleri yatar. Bu kadar küçük konularda hata yapmış olmayı, boş bulunmayı ya
da bir ayrıntıyı akledememiş olmayı kendilerine yediremezler. Böyle bir durumda
hemen kendilerini koruyacak bir açıklama yaparak gururlarını kurtarmaya
çalışırlar. Türlü gerekçeler öne sürer; aslında böyle bir durumda yerlerinde
kim olsa aynı şeyi yapacağını anlatmaya çalışırlar. Oysa bir insanın hatalarını
kabul edememesi onun kendini geliştirmesinin, güzel bir ahlaka sahip olmasının
önündeki en büyük engellerden biridir.
Allah'a tevekkül etmeyen bir kişi hatalarını
kabullenmekten korku duyar. "Eğer böyle sıradan bir konuda hatalıysam
insanlar önemli konular için benim hakkımda ne düşünür" gibi kuruntulu bir
mantık örgüsüne saplanıp kalır. Olup biten herşeyi Allah'ın takdirine
bırakmayı, O'na sığınmayı ve O'na güvenip dayanmayı düşünemez. Şayet düşünse
Allah'ın tüm olanlardan haberdar olduğunu bilerek huzurlu ve rahat olacak ve
kimseye gereksiz açıklamalarda bulunma ihtiyacı hissetmeyecektir.
Allah'ı unutarak insanların düşüncelerine önem
vermeye sebep olan bu kirli kültürde yapılan açıklamalar sadece hatalarla,
düşüncesizliklerle sınırlı değildir. Kişiler çoğu zaman günün doğal akışı
içinde bir insanın yapabileceği meşru ve makul şeyler için de sürekli gereksiz
açıklama yapma ihtiyacı hissederler. Bunun da temelinde yine benzer kuruntular
yatar.
Olgun bir ruha ve kişiliğe sahip
olmadıklarından bu küçük dünyalarında sıkışıp kalır, ne kendileri rahat ve
mutlu yaşar ne de başkalarına huzur verirler. Allah'ın insanlar için seçip
beğendiği İslam dininin ahlakını bırakıp, basitliğin perişan sistemi içinde
yaşamayı kabul etmiş olmanın dünyadaki karşılığını böyle sıkıntılı ve kuruntulu
bir ruh haliyle alırlar.
Espri ve Eğlence Anlayışları
Basit insanlar basit şeylere gülerler. Bu
kişilerin güldükleri konuların çoğu, basitlikten uzak insanların asla
gülmeyecekleri tarzda konulardır. Örneğin insanların sahip oldukları kimi
acizlikler bu kültürü yaşayan kişiler için önemli bir espri unsurudur. Akıl ve
irade ile sürekli olarak ortadan kaldırılması gereken ve aklı başında bir
insanın asla konusunu yapmayacağı, dile getirmeyeceği acizlikler bu insanlar
için espri ve eğlence konusu olabilmekte, onları güldürebilmektedir. Oysaki
insan hiçbir acizliğin konusunu duymak istemez, istemeden duyarsa da bunları
duymazdan gelir. Basit insanlar bunun aksine, özellikle acizlikleri ön plana
çıkaran espriler yapar ve bunlara gülerler. İlkel eğlence anlayışını yansıtan
bu esprilere kimi zaman filmlerde, TV programlarında da rastlamak mümkündür.
Benzer şekilde insanların sahip oldukları
fiziksel kusurlara gülmek de basitlik kültürünün espri ve eğlence anlayışında
önemli bir yer tutar. Bu kültür ve anlayışa sahip kimseler örneğin boy uzunluğu
genel ortalamanın çok altında olan bir insan ya da farklı fiziksel eksikliği
olan bir kimse gördüklerinde katılarak gülerler. Gafil ve basit oldukları için
bu kişilerin içinde bulundukları durumu takdir edenin Allah olduğunu, dilerse
kendilerini de benzer acizliklerle imtihan edebileceğini düşünemezler. Ayrıca
kendileri gülerken karşı tarafı mahçup edebileceklerini akıllarına bile
getirmezler.
Bu
kişilerin yaptıkları şakalar genelde karşı tarafı onurlandırmaz. Tam aksine kendilerini yüceltmeye, karşı tarafı ise yermeye, eleştirmeye
hatta küçük düşürmeye yöneliktir. Din ahlakını yaşayan Müslümanlar ise
yaptıkları esprilerde mutlaka karşı tarafın da hoşnutluğunu gözetir, bunu
birinci planda tutarlar. Eğer yerici bir şaka yapacaklarsa ancak kendi
nefislerini yererek bu espriyi yaparlar. Müslümanlar gelişmiş bir insaniyet
duygusuna sahip oldukları için karşı tarafın memnuniyetine önem verir, en ufak
bir hoşnutsuzluk ihtimali hissettiklerinde hemen geri çekilirler. Basit insan
ise esprinin dozunu ayarlayamaz. Karşı tarafın hassas olduğu konularda espri
ile üzerine gider ya da yapılan espriyi gereğinden fazla uzatır. Bu şekilde onu
rahatsız edebileceği ihtimalini düşünemez, düşünse de bunu önemsemez. Çünkü
basit insan aynı zamanda duyarlılıktan da yoksun insandır. İncelikleri fark
edemez, ayrıntıları kafasında toparlayamaz, insaniyet göstermekten zevk almaz.
Basitlik
kültürünü yaşayan insanların esprilerinde, müminlerin asla başvurmayacağı bir
yöntem olan alaycılık da yoğun olarak görülür.
Alaycı espriler bu insanların sözde karşı tarafı ezmek ve kendilerini yüceltmek
için sık sık başvurdukları yöntemlerden bir tanesidir. Bu şekilde kendilerini
ön plana çıkaracaklarını düşünürler. Böyle bir kişi karşısındaki kişinin
ağzından çıkan yanlış bir kelimeyi, dilinin sürçmesini, yürüyüş şeklini, bir
konudaki bilgisizliğini veya fiziğindeki bir kusuru tespit ederek hemen alaycı
bir espri ya da gülüşle bunu deşifre eder. İnsani hataları ve eksiklikleri
eğlence konusu haline getirir. Böylece kendisinin daha zeki, daha güzel, daha
bilgili kısacası karşı tarafa kıyasla daha üstün olduğunu ispat etmeye çalışır.
Oysa bu çok büyük bir basitliktir. Kuran ahlakını benimseyen bir insan karşı
tarafın bir eksiğini ya da kusurunu asla bir espri konusu olarak algılamaz. Tam
aksine bunları görmezlikten gelerek onu mahçup etmemeye çalışır. Örneğin basit
bir insan yolda yürürken ayağı takılan ya da düşen birine kahkahalarla güler.
Yardımına koşmak, kendisine bir zarar gelip gelmediğini, bir şeye ihtiyacı olup
olmadığını sormak yerine insaniyetsiz tavırlar sergiler, gülmekten
konuşamıyormuş gibi yapar. Yine görmezlikten, duymazlıktan gelebileceği insani
acizlikleri deşifre ederek bunlara da güler. Örneğin insanlara onların kusurlu
yönlerini vurgulayan isimler takar, lakaplar yakıştırır. Oysa Allah Hucurat Suresinin 11. ayetiyle hem
alaycılığı hem de insanları kötü lakaplarla çağırmayı yasaklamıştır:
Ey iman edenler, bir kavim (bir
başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar
da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi
nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi
'olmadık-kötü lakablarla' çağırmayın... (Hucurat Suresi,11)
Alaycı espirilerle eğlenen bir kişi o anda
bütün bedeninin ve ruhunun sonsuz bir güç tarafından kuşatılmış olduğunu,
Allah'ın dilediği an kendisini cezalandırabileceğini, o anda canını
alabileceğini, bir anda kendisini ölüm melekleriyle karşı karşıya
getirebileceğini düşünmediği için böyle büyük bir basitlik yapar. Yoksa sonsuz
güç sahibi Rabbimiz'in huzurunda olduğunu bilen bir insanın, kalbinde
hissettiği saygı dolu korku nedeniyle alaycı olabilmesi asla mümkün değildir.
Bu nedenle basitliği yaşayan insanların sık sık başvurdukları alaycılığa dayalı
eğlence anlayışı, aynı zamanda onların sığ düşünce yapılarının ve Allah'ı
gereği gibi takdir edemediklerinin göstergelerinden bir tanesidir.
Basitlik
kültürü içinde yaşayan insanlar Allah'a karşı saygıya uygun olmayan
konuşmaların yapıldığı, dini ve mukaddes kavramları espri konusu haline getiren
sohbetlerden rahatsızlık duymazlar. Allah
Peygamberimiz (sav) döneminde yaşayan basit karakterli insanların söz konusu
çirkin üslubu ne şekilde kullandıklarını bize şöyle haber vermiştir:
Meryem oğlu (İsa) bir örnek olarak
verilince, senin kavmin hemen ondan (keyifle söz edip) kahkahalarla gülüyorlar.
Dediler ki: "Bizim ilahlarımız mı daha hayırlı, yoksa o mu?" Onu
yalnızca bir tartışma-konusu olsun diye (örnek) verdiler. Hayır, onlar
'tartışmacı ve düşman' bir kavimdir. O, yalnızca bir kuldur; kendisine nimet
verdik ve onu İsrailoğulları'na bir örnek kıldık. (Zuhruf Suresi, 57-59)
Böyle çirkin konuşmalar yapan insanlar her
dönemde var olmuştur. Yapılan dine muhalif espriler, dine bağlılıkları zayıf
olan bu kişilerin kalplerinde bir rahatsızlık meydana getirmez. Kimilerinde
getirse bile bu rahatsızlık onları o ortamdan ayıracak kadar etkili olmaz.
Müminlerin kalpleri ise ancak Allah'ın anılmasından, fıtratları da İslam
ahlakının yaşanmasından zevk alacakları şekilde yaratılmıştır. Bu nedenle onlar
dinden uzak bir espri üslubunun hakim olduğu ortamdan hemen ayrılırlar. Allah
iman edenlerin böyle bir ortamla karşılaştıklarında, oradan ayrılmalarını bir
ayetinde şöyle emretmiştir:
"O, size Kitapta:
"Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde,
onlar bir başka söze dalıp geçinceye kadar, onlarla oturmayın, yoksa siz de
onlar gibi olursunuz" diye indirdi. Doğrusu Allah, münafıkların ve
kafirlerin tümünü cehennemde toplayacak olandır." (Nisa Suresi,140)
Basitlik kültürünün hakim olduğu eğlence
ortamları, gerçek bir dindarın İslam'ı koruma ve sahiplenme duygularını
harekete geçirir. Böyle bir kişi bulunduğu sohbetlerde Allah ve din hakkında
saygıya uygun olmayan konuşmalar yapılmasına asla izin vermez. Allah'a olan
sevgisi, saygısı ve bağlılığı nedeniyle dine muhalif olan konuşmalara karşı
dikkati çok açık olur. İmani değerlerin aleyhinde yapılan ima ve yorumlar hemen
dikkatini çeker ve bu tip konuşmalarla muhatap olmaz. Allah asil karaktere
sahip Müslümanlara has olan bu özelliği ayette şu şekilde ifade etmiştir:
'Boş ve yararsız olan sözü'
işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim yapıp-ettiklerimiz
bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri
benimsemeyiz" derler. (Kasas Suresi, 55)
Basit
insan çoğu zaman eğlenirken şuuru kapalı bir görüntü sergiler. Örneğin televizyonda sevdiği bir programı izlerken yanındaki bir
kişinin acil yardıma ihtiyacı olsa, bir sağlık problemi ile karşılaşsa bununla
ilgilenmez. Hatta böyle bir çağrı ya da yardım talebi bu kişiyi kızdırabilir.
Çünkü karşı tarafın, eğlencesini bozduğunu düşünür. Basit ve insaniyetten uzak
olduğu için seyrettiği bir programın eğlencesini zor durumda olan bir kişiye
yardım etmeye tercih eder. Ve hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan televizyonun
başında oturarak eğlenmeyi bekler. Oysa bu şekilde davrandığı için umduğu gibi
eğlenip zevk de alamaz. Basit eğlence anlayışı bu insanların seçtikleri ve
güldükleri konulara da yansır. Hep aynı esprilerin defalarca tekrar edildiği,
bir yenilik getirmeyen, bir insanın zevk alabileceği hiçbir unsur bulunmayan
programları, saatlerce izleyerek eğlenmeye çalışırlar.
Kuşkusuz ki burada kastedilen basitlik, bu
insanların televizyon seyretmeleri veya bundan eğlenmeleri değildir. Kastedilen
bu kişilerin yaşadıkları basitlik kültürü içinde gafil ve insaniyetten uzak bir
eğlence anlayışı geliştirmiş olmalarıdır. Allah'tan korkan, din ahlakını
yaşayan bir Müslümanın şuuru her zaman açıktır. İmanın ve vicdanın kendisine
kazandırmış olduğu akıl ile hareket ettiğinden karşısına çıkan farklı durumlara
göre çok hızlı geçişler yapabilir. Eğlence de dahil olmak üzere hiçbir şeye
kendisini bilinçsizce kilitlemez. Yüksek sesle müzik dinlerken de, televizyon
seyrederken de, oyun oynarken de, kalabalık ve gürültülü mekanlarda bulunsa da kalbinde
ve zihninde Allah vardır, vicdanı ve dikkati son derece açıktır. Bu yüzden de
eğlenirken fazlasıyla zevk alır.
Akıllı
bir insanın gülmesi, eğlenmesi etrafındaki insanların da hoşuna gider. Basit
insanların ise güldükleri konular kadar gülme şekilleri de basittir. Bir insan yanındaki bir kişinin neşelenip gülmesinden zevk alır. O
kişi güldükçe kendisi de bundan keyif duyar. Fakat basit insanların kahkahaları
ve gülme şekilleri kulağa hiç hoş gelmeyen hatta insanın duymak istemeyeceği
türdendir.
Gerek espri ve eğlence anlayışında gerekse
diğer konularda basitliğin ne olduğunu iyi anlamak son derece önemlidir. Aynı
eğlence ortamını paylaşan iki kişiden biri basit bir kültürü yaşarken aynı
şeyleri yapmasına rağmen diğeri böyle olmayabilir. Çünkü basitlik bir
felsefedir. Sadece birtakım tavır ve konuşma şekilleri ile sınırlı değildir.
Bir insan içinden geldiği gibi rahatça güler, fakat aklını kullanması, derin
bir anlayışa sahip olması onu basit insandan farklı kılar. Bu yüzden basit
eğlence anlayışı, basit gülüş denilince zihinde yanlış bir model
şekillenmemelidir. İnsanların samimiyetlerinden kaynaklanan doğal gülüşleri
nasıl olursa olsun basitlik değildir; doğal neşenin kendine göre bir güzelliği
vardır. Basitlikten sakınmak bunları kısıtlamak değildir. Basitlik farklıdır,
doğallık gibi samimiyetten değil, şuur kapalılığından, yapılan esprilerin,
gülüşlerin itici etkisini fark edememekten, bunlarda itidal gösteremeyip
aşırıya kaçmaktan kaynaklanır. Kimi insanlar basitlikten sakınmanın yolunun
sahte bir ciddiyet olduğunu sanırlar. Bunun gereğinin de soğuk ve yapmacık
gülüşler, kibarlaşmalar olduğunu düşünürler.
Maddi imkanları geniş insanlardan oluşan bir
topluluk içindeki bir kişi kasılarak, yapmacık şekilde gülerken, eğitimsiz bir
toplulukta bir kişide de daha kaba bir gülüş şekli ortaya çıkabilir ama
temelinde ikisi de basitliktir. Hangi kültürde yaşanırsa yaşansın, her durumda
basitliğin tek çözümü insanın Allah'a bağlanarak Kuran ahlakını yaşamasıdır.
Allah bir ayetinde şöyle buyurmuştur:
...Oysa izzet (güç, onur ve
üstünlük) Allah'ın, O'nun Resûlü'nün ve mü'minlerindir... (Münafikun Suresi, 8)
Olayları Yorumlayış Şekilleri
Basitliğin kültürü içinde yaşamaya razı olmuş
insanların, çevrelerinde ve dünya üzerinde meydana gelen olayları yorumlama
şekilleri son derece yüzeyseldir. Dar bir düşünce yapısına ve bakış açısına
sahip bu kişiler, olayları da dar bir çerçevede değerlendirirler. Dolayısıyla
içinde bulundukları yüzeysellikten hiçbir zaman kurtulamazlar.
Basit
insan meydana gelen her olayı kendi küçük dünyası çerçevesinde yorumlar. Örneğin dünyada büyük bir savaş çıktığında onun için önemli olan
kendisinin bundan zarar görüp görmeyeceğidir. Yaşantısında bir değişiklik
olacak mı, mevcut düzeninde bozulma meydana gelecek mi, para piyasaları bundan
etkilenecek mi gibi düşüncelerle sadece kendisi için ciddi endişe yaşar.
İnsanın böyle bir durum karşısında kendisi ve
yakın çevresi ile ilgili gerekli önlemleri alması elbette makul bir
davranıştır. Ancak kişinin sorumluluk bilincinin sadece yakın çevresi ile
sınırlı kalması makul değildir. Çünkü bu anlayıştaki insan yaygın deyimiyle
"bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" mantığı doğrultusunda sadece
kendi şahsi rahatı ve huzurunu düşünen bir tavır içindedir. Zorluklarla muhatap
olan, hayatta kalma mücadelesi veren insanların durumlarını düzeltmenin ise
kendini ilgilendirmeyen, kapasitesinin üzerinde işler olduğu gibi yanlış bir
mantığın arkasına gizlenecektir.
Bu mantıktaki bir insan, herhangi bir savaşta
zarar gören ülkelerin topraklarında huzur ve güvenlik içinde yaşarken bir anda
kendilerini ağır bir savaş ortamının içinde bulan kadınlar, çocuklar ve yaşlı
insanların yaşadıkları zor şartları aklına getirip düşünmez. İnsanların bu
duruma düşmesine neden olan asıl sebepleri araştırmakla, bu eksiklikleri gidermek
için kendisinin yapması gerekenleri belirlemekle, bu amaç doğrultusunda çaba
sarf etmekle ilgilenmeyen kişi tüm gücüyle kendini kurtarmaya bakacaktır.
Vicdanını tam kullanarak, Allah korkusunun
eksikliğinin dünyada nasıl bir kargaşa oluşturduğunu görüp bu yönde kendisinden
başlayarak insanlar üzerinde Kuran ahlakını hakim kılmak için samimi bir çaba
göstermek yerine sadece kendisini ve yakın çevresini kurtarmak isteyecektir.
Kendi ihtiyaçlarını istediği şekilde karşılayabilmek, sıkıntı yaşamamak, zorluk
çekmemek onun için fazlasıyla yeterli olacaktır. Başkalarının ne durumda
olduğunun nasıl yaşadıklarının pek bir önemi olmayacaktır.
Oysa yüksek ahlaka ve bilince sahip bir insan,
yukarıda verdiğimiz örnekte olduğu gibi bir ortamla muhatap olmasa bile
dünyanın genel gidişatına bakarak, insanlığın, Allah korkusuna dayalı olan bir
ahlak yapısına şiddetle ihtiyaç duyduğunu hemen fark eder. Kendisinden
başkasını umursamayan, vurdumduymaz, bencil ve zalimliğe yatkın kişilerden
oluşan bir toplumun, insanları dinsizliğin ürkütücü dünyasına çekeceğini fark
eder. Allah'ın razı olduğu güzel ahlakın yaşanmıyor olmasının toplumlar
üzerinde açtığı derin yaraları görür ve bunları tamir edecek tek yolun din
ahlakının toplumlar üzerinde hakimiyeti olduğunu tespit eder. Ardından da
elinden gelenin en fazlasını yaparak, bu üstün ahlakı yaşama ve insanların da
yaşamalarına vesile olma amacına yönelir. Allah böyle insanlardan Kuran'da
şöyle söz etmiştir:
Kendilerine hatırlatılanı
unuttuklarında ise, Biz de kötülükten sakındıranları kurtardık... (Araf Suresi,
165)
Tevbe edenler, ibadet edenler,
hamd edenler, (İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler,
iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah'ın sınırlarını
koruyanlar; sen (bütün) mü'minleri müjdele. (Tevbe Suresi, 112)
Sizden önceki nesillerden onlardan
kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet
sahibi kişiler bulunmalı değil miydi?.. (Hud Suresi, 116)
Basit
insanların en belirgin özelliklerinden biri sürekli olarak olumsuz yorumlar
yapmalarıdır. Çoğu zaman olayların hayırlı
yönlerini göremediklerinden, olaylardan mağdur olacakları, üzülecekleri,
sıkıntıya düşecekleri yorumlar çıkarır ve haksızlığa uğradıklarına yönelik
çıkarımlar yapma eğiliminde olurlar. Hatta böyle insanlar kendilerine iyi bir
söz söylendiğinde bile aniden duygusallaşır, yine ağlamaklı bir tavır
gösterirler. Tüm bunların en önemli nedeni dinin özünü kavrayamamış
olmalarıdır. Çünkü Kuran'ı tüm hayatında uygulayan bir insan olumsuz
düşüncelerin etkisi altına girmemesi ve Allah'ın rahmetinden ümit kesmemesi
gerektiğini bilir. Bu, Allah'ın Kuran'da bildirdiği önemli bir konudur:
…Allah'ın rahmetinden umut
kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut
kesmez. (Yusuf Suresi, 87)
Ümitsizlik ve karamsarlık, basitlik kültüründe
yaşayan zayıf kişilikli insanların maddi-manevi güçlerini ellerinden alan,
onlara moral bozukluğu, şevksizlik ve mutsuzluk veren bir özelliktir. Bu
insanlar kendileri olumsuz yorumlar yaptıkları gibi, müminlerin her olaydaki
hayır ve hikmetleri gören ve dile getiren yorumlarına da şaşırırlar.
Kendilerinin felaket gibi yorumladıkları olayların, tamamen Allah'ın
kontrolünde olduğunu bir türlü kavrayamazlar. Bu anlayışsızlıkları
konuşmalarına da yoğun bir karamsarlık ve olumsuzluk olarak yansır. Sahip
oldukları çarpık bakış açısı ve yaptıkları bu olumsuz yorumlarla etraflarındaki
aynı kültürden insanlara da sıkıntı ve ağırlık verir, onların da ümidini
kırarlar. Hiçbir zaman İslam ahlakının insanlığa getirdiği barışı, güvenliği,
rahatlığı, mutluluğu, güzellikleri anlatmazlar. Müslümanların yaptıkları
hayırlı çalışma ve hizmetlerden, İslam ahlakını yaşamanın kolaylığından,
Allah'ın müminlerin üzerindeki rahmetinden bahsetmezler. Yaptıkları yorumların
hemen hemen tamamına sızlanma ve çözümsüzlük hakimdir.
Ancak müminler bulundukları bir ortamda asla
böyle bir yorum şekline izin vermezler. Çünkü bilirler ki insanın karşısına bir
zorluk çıkacaksa o zorluğu yaratacak olan Allah'tır ve herşeyde olduğu gibi
zorlukların da tümünde insan için bir hayır ve güzellik vardır. Allah'ın
yardımıyla aşılamayacak hiçbir zorluk yoktur. Bunu bilen Müslümanlar her zaman
her konuda ümitvardırlar. Dolayısıyla üslup ve konuşmalarında hiçbir zaman
olumsuz bir yoruma ve vurguya yer olmaz. Karşılarına çıkan her olayı hayırlı
görür, hiçbir zaman "acaba sonuç ne olacak", "ya şöyle
olursa..." gibi olumsuz bir üslup kullanmazlar. Allah Peygamberimiz (sav)
döneminde bir zorluk anında sahabelerin kullandıkları güzel üslubu bize şöyle
haber vermiştir:
Mü'minler (düşman) birliklerini
gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: "Bu, Allah'ın ve
Resûlü'nün bize vadettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir." Ve
(bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı. (Ahzab Suresi,
22)
Basit
insan bir konuyu iyi bilmese bile mutlaka yorum yapma ihtiyacı hisseder. Konuşulan hiçbir konu ile ilgili olarak "Ben bilmiyorum.
Bilgim yok, haberim yok." demek istemez. Aksine bilmediği konular,
tanımadığı insanlar, karşılaşmadığı durumlar hakkında da zan ve tahminlere
dayalı yorumlar yapar. Kuran ahlakına göre düşünmediğinden, bilmese bile
biliyormuş gibi davranmakta bir sakınca görmez. Bunun sebebi kişinin,
insanların gözündeki imajını zedelemekten çekinmesi ve "bilmiyorum"
demenin nefsine ağır gelmesidir. Oysa Allah Kuran'da zan ve tahminlere dayalı,
doğru olmayan açıklamalar yapan bu gibi insanların gafil insanlar olduklarına
dikkat çeker:
"Kahrolsun, o 'zan ve
tahminle yalan söyleyenler'; Ki onlar, 'bilgisizliğin kuşatması' içinde habersizdirler."
(Zariyat Suresi, 10-11)
Allah başka bir ayetinde de "İşte sizler böylesiniz; (diyelim ki)
hakkında bilginiz olan şeyde tartıştınız, ama hiç bilginiz olmayan bir konuda
ne diye tartışıp-duruyorsunuz? Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz."
(Al-i İmran Suresi, 66) şeklinde bildirerek insanların bilgileri olmayan
konularda tartışmamalarını, bilmedikleri şeylerin arkasına düşmemelerini
emreder.
Bir insan ne kadar çok şey bilirse bilsin
mutlaka bilmediği konular da olacaktır. Bu yüzden insanın her konuyu biliyor
gibi davranmaya çalışması son derece anlamsızdır. Ancak sonsuz akıl ve ilim
sahibi Yüce Allah herşeyin bilgisine sahiptir. Kaldı ki insanın pek çok konuda
bilgisi olsa bile Allah'ın "... her
bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır." (Yusuf Suresi, 76)
ayetini unutmaması gerekir. Allah ayetiyle insanların ne kadar bilgi sahibi
olurlarsa olsunlar bu konuda kibire kapılacakları bir durumları olmadığına
dikkat çekmiş ve onları tevazulu olmaya yöneltmiştir.
Gerçek anlamda Allah korkusu olan bir insan
doğruluğu hakkında şüphe duyduğu bir bilgiyi aktarmaktan ya da emin olmadığı
bir sözü söylemekten çekinir. Zandan, tahminden ve tereddütlü bir bilgiyi
savunmaktan, üzerine yorumlar yapmaktan kaçınır. Böyle bir durumla
karşılaştığında bilgisi olmadığını söylemekten ise kesinlikle çekinmez. Çünkü
bunun aksi, Allah'ın, "Hakkında
bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi
ondan sorumludur." (İsra Suresi, 36) ayetinde bildirdiği gibi
kendisini büyük bir sorumluluk altında bırakabilir.
Basit
insanın bir başka yönü de insanların dikkatlerini üzerine çekmek için olayları
abartarak anlatmasıdır. İnsanların, söylediklerini
dinlemelerini sağlamak, onları güldürmek, kendisini sempatik bulmalarını
sağlayarak dikkat çekmek gibi basit amaçları için çok rahatlıkla abartılı
anlatımlar yapmaktan, karşı tarafa doğruluğu şüpheli olan ilginç bilgiler
aktarmaktan çekinmez. Hatta bu yönde inatçı tartışmalara, sözlü çekişmelere
girmekten de kaçınmaz. Dikkat çekme arzusu baskın geldiğinden bir şekilde bunu
dindirmek amacıyla, gerçeği saptırarak ve orjinalinden farklı şekillere sokarak
yalan söyleyebilir.
Bu basit karakterdeki kişiler dikkatlerini,
Allah'ın razı olduğu ahlakı göstermeye değil de daha ağırlıklı olarak
kendilerini ön plana çıkarmaya, insanların rızasını kazanmaya yönelttikleri
için bu üslubun temelde yalan üzerine kurulu olmasını önemsemezler. Hatta
yaptıkları bu abartılı konuşmaları yalandan saymaz, zararsız bir sohbet ya da
masumane bir eğlence olarak göstermeye çalışırlar. Oysa Kuran'da "...yalan söz söylemekten de
kaçının." (Hac Suresi, 30) buyurulmaktadır. Bu sebeple küçük büyük,
zararlı zararsız diye düşünmeden yalan söylemekten kaçınmak gerekir.
Akıl sahibi ve güzel ahlaktan hoşlanan bir
insan ise karşısındaki kişinin konuşmalarında yukarıda bahsettiğimiz şekildeki
abartılı, doğru olmayan açıklamaları fark edebilir. Bu kişinin yalan söyleyen insanların konumuna düşmemesi
amacıyla, bunları doğru olacak şekilde düzeltmesi için kişiyi teşvik eder. Ve
kendisi de böyle bir duruma düşmekten şiddetle sakınır.
Farklı Ortamlarda Farklı Karakter
Sergileme
Basit karakterli insanların yaşamlarına ve
dine yaklaşımlarına bakıldığında pek çok noktada samimi olmadıkları görülür. Bu
kişilerin söyledikleri ile yaptıkları çoğu zaman farklıdır. Dine bağlı
olduklarını söylerler ama bir zorlukla karşılaşınca imanlarındaki zayıflık
hemen fark edilir. Örneğin sağlıklı olduğu zamanlarda son derece şevkli ve
neşeli olan bir insanın, biraz sağlığı bozulduğunda birdenbire neşesi
kaçabilmekte, Allah'a ettiği duaları unutabilmekte, hatta Allah'ın kendisine bu
hastalığı neden verdiğini kendi kendine sormakta, daha da ileri giderek böyle
bir şeyi hak etmediğini düşünebilmektedir. Bu şekilde verilen nimetlere karşı
büyük bir nankörlük etmekte ve tevekkülsüzlük göstermektedir. Halbuki hastalık,
Allah'ın kullarını sık sık denediği, onların sabırlarını ve bağlılıklarını
sınadığı çok değerli bir andır. Böyle bir sıkıntı ve zorluk içindeyken de Allah'a şükretmeyi sürdüren ve sabreden
kullar derin bir iman ve anlayışa sahip olan müminlerdir.
Zor anların yanı sıra büyük bir mal kaybı,
ölüm tehlikesi gibi durumlarla karşı karşıya kalındığı anlarda gösterilen
tavırlar da kişinin anlayışı ile bağlantılıdır. Sorunsuz ve rahat bir ortamda
son derece dengeli ve itidalli görünen ancak herhangi bir tehlike ile
karşılaştığı anda söylenmeye başlayan, şikayetçi ve olumsuz konuşmalar yapan ve
etrafındakilere de olumsuz telkinlerde bulunan bir kişi basit bir düşünce
yapısına sahip olduğu için böyle davranmaktadır. Böyle bir kişinin farklı şart
ve ortamlarda her zaman için din ahlakından uzak tavırlar sergilemesi tehlikesi
vardır. Örneğin zor durumda kaldığı zaman yalan söyleyebilir, kaderi ve
tevekkülü unutarak üzülüp ağlayabilir, ümitsizliğe kapılabilir. Ya da öfkelenip
saldırgan tavırlar sergileyebilir. Çünkü basitlik kültürü içinde yaşayan
insanlar tüm bunları; öfkelenmeyi, duygusallığı, hüznü doğal birer tepki
sayarlar ve böyle aniden ortaya çıkan tavırları sergilemekten hiç çekinmezler.
Halbuki bu tip ani tepkiler Kuran'da yanlış ve sakıncalı tavırlar olarak
bildirilmiş ve çeşitli örnekleri de verilerek insanlar uyarılmışlardır.
Al-i İmran Suresi'nin 134. ayetinde Allah
Müslümanların "öfkelerini yenenler
ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz)geçenler" olduğunu
bildirmiştir. Bir başka ayette Rabbimiz ümitsizliğin bir suç olduğunu
bildirmiştir:
"... Allah'ın rahmetinden
umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut
kesmez." (Yusuf Suresi, 87)
Öte yandan insanlara odaklı bir hayat süren bu
kişiler sürekli olarak onların rızasını ve hoşnutluğunu kazanmaya çalışırlar.
Bu çabadan kastedilen elbette Allah'ın rızasını gözeterek insanlara güzel
ahlaklı davranma, iyilik yapma, gönüllerini alarak hoşnut etme çabası değildir.
Kastedilen kişiliksiz bir tavır sergileyerek her insanın yanında o kişiye göre
şekil almaları ve insanların takdirini kazanabilmek için her türlü basitliği
tavır ve ahlak bozukluğunu rahatlıkla yapabilmeleridir.
Örneğin meşru olmadığını bildiği halde sırf
müdürünün takdirini kazanabilmek için iş yerinde evraklar üzerinde sahtekarlık
yapan, yerine göre yalan söylemekten çekinmeyen kişiler bu tip insanlardır. Ya
da üst düzey yöneticilerin yanında son derece pasif, ezik davranan bu gibi
kişiler, kendi sorumluluğu altında çalışan kişilerin yanında birden kibirli,
ters ve ezici bir karakter sergilerler. Doğru olan ise vicdanlı, dengeli ve
kişilikli tavrı, insanlardan, onların üslup ya da konumlarından etkilenmeden
her yerde yaşamaktır. Samimiyetsiz, yapmacık konuşan bir insanla aynı üslupla
muhatap olmak, şımaran bir insanla şımarmak, kibirlenen insanlardan etkilenmek
kısaca her karakterden insana uyum sağlamak ve onların etkisi altına girerek
kişiliksiz davranmak önemli bir basitliktir.
Böyle bir karaktere sahip olan kişiler,
insanların kendi haklarındaki olumlu ya da olumsuz yorumlarından fazlasıyla
etkilenirler. Aleyhlerinde söylenmiş bir söz bu insanların morallerinin
bozulmasına, kimi zaman günlerce bunalıma girmelerine sebep olabilirken,
herhangi bir övgü ya da iltifat da aşırı heyecanlanmalarına sebep olabilir.
Allah'ın kendilerini her yerde ve her zaman gördüğünü unuttuklarından tamamen
insanlara ayarlı bir hayat yaşarlar. Evde ayrı, işyerinde, sokakta ayrı,
yazlıkta, tatilde ayrı bir tavır sergiler, değişen insanlara, ortam ve şartlara
göre onlar da değişirler. Kişilikleri zayıf olduğundan hep başka insanların
etkisi altına girer, kendi inandıkları değerlerden taviz verirler.
Bu kişilerin arasında din ahlakını yaşamaya
eğilimli fakat imanı zayıf kişiler de bulunabilir. Bu kişiler normal zamanlarda
5 vakit namaz, oruç gibi ibadetleri yerine getirirken tatile gittikleri yazlık
bir mekanda o ortamın şartlarına uyum sağlar, bu ibadetlerini erteleyerek
yerine getirmezler. Giyim kuşamları, hareket tarzları, eğlence şekilleri birden
din ahlakından uzak yaşayan insanlarla büyük bir benzerlik ve uyum gösterir.
Din ahlakını yaşamayan insanların kalabalık şekilde birarada olması, imanı tam
olarak kalplerine yerleştirmemiş olan bu insanların ortama uyum sağlamasını
kolaylaştırır. Böyle bir ortamda gezerken, alışveriş yaparken ve eğlenirken söz
konusu insanlar Allah'ın sonsuz kudretini unutmuşlardır.
Akşam yemeğini nerede yiyecekleri, ne
giyecekleri gibi o ortama dair düşündükleri ayrıntılar tüm düşüncelerini
kaplamıştır. Burada vurgulanmak istenen yanlışlığın elbette ki insanların tatil
yerlerine gitmeleri, eğlenmeleri olmadığı açıktır. Yanlış olan bu insanların
bulundukları farklı ortamlarda çoğunluğa uyarak basitleşmeleri ve Kuran
ahlakından uzaklaşarak gafil bir ruh haline girmeleridir. Oysa kalabalığa
uymanın yanlışlığı Allah'ın Kuran'da "Yeryüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan
şaşırtıp-saptırırlar..." (Enam Suresi, 116) ayetiyle açıkça bildirdiği
bir gerçektir. Kalabalığa uyma psikolojisi, basit karaktere sahip insanlarda
yoğundur. Müslümanların ise nerede olurlarsa olsunlar, ne yaparlarsa yapsınlar
kalplerinde ve konuşmalarında Allah vardır. Hayatlarının yegane amacı Allah'ın
rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak olduğundan, içinde bulundukları her
an bu asil amaç doğrultusunda hareket ederler. Gerektiğinde seyahat eder,
tatile gider, eğlenirler fakat tüm bunları yaparken Allah'ın "...Şüphesiz benim namazım,
ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam
Suresi, 162) ayetinde bildirdiği teslimiyet içindedirler.
Bulundukları kalabalık ortamda din ahlakına
uygun hareket eden tek kişi de olsalar bu onlarda asla bir gevşeklik meydana
getirmez. Tam tersine daha da dikkatli davranır ve Allah'ın hoşnut olmayacağını
düşündükleri hal ve tavırlardan titizlikle sakınırlar. "(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah'ı
zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten 'tutkuya kaptırıp
alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak
bullak olacağı) günden korkarlar." (Nur Suresi, 37) ayetinde
bildirildiği gibi hiçbir şart ve ortam onları din ahlakını yaşamaktan, Allah'ı
ve ahireti düşünmekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'.
Bulundukları şartlara hemen uyum sağlayan
basit karaktere sahip insanlar Peygamberimiz (sav) döneminde de yaşamışlardır.
Allah'ın, "Oysa onlar (kendilerini
tümüyle Allah'a ve İslam'a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da bir eğlence
gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki:
"Allah'ın Katında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır.
Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Cuma Suresi, 11) ayetinde
tavır bozukluklarını bildirdiği kişiler buna bir örnektir. Bu kişiler Allah'ın
sevdiği ve seçtiği mübarek Peygamberimiz (sav)'in yanında bulunma şerefine
ulaşmış, fakat bu büyük lütfun farkına varamamış, derin düşünemeyen, basit
insanlardır.
Ticaret ya da eğlence için Allah'ın seçkin
kullarından, üstün ahlak sahibi Peygamber Efendimiz (sav)'in yanından hemen
ayrılmış, onu ayakta bırakmışlardır. Ruhlarında basitliği yaşadıkları için
yaptıklarının anormalliğini önemsemezler, basitliklerinden dolayı bunları
yapmakta bir sakınca görmezler. Çünkü basit insanlar, büyük insanları ve yüce
değerleri gereği gibi takdir edemezler. Nitekim söz konusu kişiler ne din
ahlakını ve onun inceliklerini kavramış, ne de Peygamberimiz (sav) gibi derin
iman sahibi, Allah'a gönülden bağlı, Rabbimiz'in şereflendirdiği, nurlu bir
insanın değerini anlamışlardır. Sıradan bir çıkar konusu gördüklerinde hemen
ona yönelmiş ve Hz. Muhammed (sav)'in yanından ayrılmışlardır.
Basit karakterli insanlar farklı ortamların
yanı sıra olaylardan da fazlasıyla etkilenirler. Bu yüzden çoğu, dengeli bir
ruh haline sahip değildir. Olumlu gördükleri olaylar bu kişileri hep ayakta
tutarken bunun aksi bir durumda, örneğin hastalık, maddi bir kayıp, telefonda
alınan bir haber, karşılıklı konuşurken sarf edilen bir söz bu insanların hemen
morallerinin bozulmasına yol açar. Herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğu
gerçeğini göz ardı ettikleri ve tevekkülsüz oldukları için hızla çökerler.
Allah "Gerçekten, insan, 'bencil ve
haris' olarak yaratıldı. Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı
basar." (Mearic Suresi, 19-20) ayetleriyle insanların nefsindeki bu
eğilime dikkat çeker. Bu kişiler diğer zamanlarda ağır, asil görünseler de bu
tür beklenmedik olaylarla gerçek yüzleri ortaya çıkar. Örneğin daha öncesinde
çevresine son derece sakin ve itidalli bir imaj veren bir kişi, çıkarı ile
çatışan bir durumda hemen aksileşir. Kimi olaylar karşısında kendisini öfkeye
kaptırır, kimi zaman kontrolünü kaybeder, ağlar. Allah'ı ve kaderi sıklıkla
unuttuğundan -ya da göz ardı ettiğinden- melankoliye son derece açıktır.
İş hayatında uğradığı bir başarısızlıktan
kaybedilmiş bir eşyaya kadar her konu bu insanları hüzünlendirmeye yetebilir.
Oysa insanın, karşısına nasıl bir olay çıkarsa çıksın, örneğin hastalandığında
ya da yaralandığında bunların da kaderinde Allah'ın izni ve dilemesi ile
yaratıldığını unutmaması gerekir. Bir kişinin hastalıkta rol alanın bir virüs,
kazaya sebep olanın da kötü bir sürücü olduğunu düşünerek Allah'ı unutması ve
beklenmedik tepkiler vermesi, tevekkülsüz tavırlar sergilemesi bu kişinin
imanındaki zayıflığın bir delili olur. Elbette Allah imtihanın bir gereği olarak
insanlar için çeşitli sebepler yaratmıştır ancak bunların tamamı Allah'ın
kontrolü altındadır. Bu kişi hastalanmıştır veya yaralanmıştır; çünkü kaderinde
o hastalığın meydana gelmesi vardır. Benzer şekilde sürücünün de kaderinde bu
kazayı yapmak vardır. Bu, Allah'ın takdiridir. Kişinin bu gerçeği göz ardı
ederek hoşnutsuz bir yüz ifadesi ve üslup içinde olması onun şirk içinde
olduğunun bir göstergesi olur. Musibet gibi görünen olaylarda ve hastalıklarda
hayır ve hikmet olmadığını düşünmek, hastalıkları, Allah'ın yarattığını değil
de direkt olarak mikrop ve virüsler sebebiyle olduğunu zannetmek, Allah'ın bu
mikrop ve virüsleri birer vesile olarak yarattığını unutmak büyük bir suçtur.
Böyle bir düşünce şeklinin doğurduğu tavırlar da son derece basit ve dinin
insanlara kazandırdığı yüksek ahlak kalitesinden uzak olacaktır.
Allah Kuran'da "İnsanlardan kimi, Allah'a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine
bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet
edecek olursa yüzü üstü dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte
bu, apaçık bir kayıptır." (Hac Suresi, 11) ayeti ile iman edenleri de
böyle basit ve yüzeysel bir düşünce yapısına karşı uyarmış, bunun ahiretlerini
tehlikeye sokabileceğini hatırlatmıştır. Çünkü imanı henüz tam kalbine
yerleştirememiş bazı insanlarda böyle bir eğilim söz konusu olabilmektedir. Bu
kişiler de ortam ve şartlar istedikleri gibi olduğunda ve nimet bolluğu
içindeyken din ahlakını yaşamaya titizlik gösterir, yükümlü oldukları
ibadetleri şevkle yerine getirirler. Fakat şartlar değiştiğinde, nimetler
Allah'tan bir imtihan olarak eksildiğinde bu kişilerin tavrı da değişmeye
başlar. Eski şevkleri yerini ağırlığa ve durgunluğa bırakır. Hatta kimileri,
Allah'ın "Fakat insan; ne zaman Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona
bir keremde bulunsa, nimetler verse: "Rabbim
bana ikram etti" der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen:
"Rabbim bana ihanet etti" der." (Fecr Suresi, 15-16)
ayetlerinde bildirdiği gibi sapkın bir düşünce içine girerler. Oysa bu çok
büyük bir basitliktir. Şartlar iyiyken iyi olup, değiştiğinde birden ters ve
nankör bir üslup içine girmek sakınılması gereken bir davranış biçimidir.
Benzer şekilde bir zorluk karşısında Allah'ı unutarak yakınmak, söylenmek,
bunalımlı tavırlar sergilemek de yine aynı basit düşünce yapısının
yansımalarıdır. Müslümanlar her türlü olay karşısında Allah'a tevekkül ederler. Sabırlı,
itidalli, akıllı, dirayetli, çözümcü, makul, dengeli, affedici, şefkatli, sevgi
dolu, güzel ahlaklı olmanın ayrı derin bir imani zevki vardır. Bir mümin bu
güzel özellikleri kendinde gördüğünde büyük bir haz alır, başka müminlerin
kendinden aldığı imani zevki hissettiğinde bunlardan da ayrı bir zevk alır.
Dostluk ve Arkadaşlık Anlayışı
Dostluk ve arkadaşlık karşılıklı yaşanan
samimiyete dayanır. Ne var ki basit bir insan samimiyeti ve rahatlığı, aklını
kullanmaya gerek duymadan hareket edebilmek olarak algılar. Gülüşleri,
konuşmaları, mimik ve tavırları zaten sığ bir aklı yansıtan bu kişi, samimiyet
adı altında daha da basit tavırlar sergiler. Diğer insanların yanında yapmaktan
çekindiği basitlikleri samimi gördüğü arkadaşının yanında rahatlıkla yapar.
Örneğin arkadaşına çok gizli ya da mahrem konularını anlatır. Ya da dile
getirilmesinde hiçbir fayda olmayacak hastalık veya fiziksel acizliklerini
anlatır. Kolay çözümlere yönelmek yerine uzun uzun rahatsızlıklarını tarif
eder. Acıktığını, susadığını, uykusunun geldiğini, sıcaktan bunaldığını sürekli
olarak dile getirir. Bütün gece başının nasıl ağrıdığını, ne kadar ilaç
içtiğini ama nasıl fayda etmediğini, uykusuzluğun kendisini nasıl yorduğunu,
açık olan pencereden nasıl üşüdüğünü ve buna benzer sayısız gereksiz detayı
anlatır. Tüm bunları rahatlık adına yapar; oysa bu, rahatlık değil basitliktir.
Bu insanların zannettiğinin aksine, akıl ve
irade kullanmamak insana rahatlık vermez. Basitlik kültürü içinde yaşayan
insanlar hiçbir şey düşünmeden hareket ettiklerinde hem kendilerinin rahat
edeceklerini hem de etrafa samimi insan imajı vereceklerini zannederler.
Halbuki gerçek tam tersidir. İnsan aklını ve vicdanını kullandığı sürece hem
kendisi gerçek anlamda rahat eder, hem de karşısındakini rahat ettirir. Bunun
dışında tüm konuşma ve hareketler son derece basit ve itici olur. Bir insan ne
kadar akılcı hareket eder, ne kadar ince düşünürse dostluğu ve arkadaşlığı da o
kadar güzel ve değerli olur.
Peygamberler ve Kuran ahlakını yaşayan
Müslümanlar bu konuda insanlar için en güzel örnektirler. Onlar hayatlarının
her anında Allah'ın hoşnutluğunu hedefledikleri için her konuşma ve tavırları
bu amaca uygundur. Örneğin söz konusu olan bir hastalık olduğunda hemen gerekli
tıbbi çözümlere yönelir, gerekirse doktora gider, araştırma yaparlar. Ancak en
önemlisi bunların tümünün yalnızca Allah'ın izniyle fayda vereceğini unutmadan,
kendilerini iyileştirmesi için Allah'a dua ederler. Ne arkadaşları ne
akrabaları ne de herhangi bir kimseyle böyle bir konu üzerinde gereksiz
konuşmalar yapmaya, acizliklerini sürekli dile getirmeye girişmezler. Kuran'da
Hz. Eyüb (as)’ın yaşadığı ağır hastalık karşısında yalnızca Allah'a yönelerek
gösterdiği asil tavır Müslümanlara örnek olarak bildirilmiştir:
Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda
bulunmuştu: "Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen
merhametlilerin en merhametli olanısın." Böylece onun duasına icabet
ettik. Kendisinden o derdi giderdik; ... (Enbiya Suresi, 83-84)
Müslümanların bu ve benzeri tavırlarının
temelinde herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğunu bilmenin ve her hayrı O'ndan
beklemenin getirdiği asil bir düşünce vardır.
Basit
bir dostluk anlayışında yaygın deyimiyle "dertleşmek" önemli bir yer
tutar. Bu anlayışa göre arkadaş olmanın
gereklerinden birisi de kişinin istediği zaman dertleşebileceği birinin
olmasıdır. Kapı girişlerinde, mutfak aralarında, büro köşelerinde ses kısarak,
fısıldaşarak yapılan arkadaş sohbetleri tamamen basitliğe dayalıdır.
Bunda gerçek bir Müslümanın dostluğundan
ziyade, genellikle kişinin basit dünyasını ve küçük konularını anlatabileceği
bir sırdaş arama psikolojisi vardır. Karşı taraf ise bu kişiye bir fayda
sağlamaktan çok, onun basit dünyasının problemlerini dinleyerek aynı ruh halini
paylaşmaktan zevk alır. Allah Kuran'da din ahlakını yaşamayan insanların bu
basitliklerine işaret etmiş ve
"Onların 'gizlice söyleşmelerinin' çoğunda hayır yok. Ancak bir sadaka
vermeyi veya iyilikte bulunmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi
emredenlerinki başka..." (Nisa Suresi, 114) şeklinde buyurmuştur.
Görüldüğü gibi Allah ayetinde bu insanların
aralarındaki gizli konuşmaların çoğunda hayır olmadığını bildirmiştir. Basitlik
kültürüne ait bir arkadaşlık anlayışına sahip kişiler yalnız kaldıkları hemen
her fırsatta dedikodu yapar, pek çok konuda birbirlerini kötü ahlaka teşvik
ederler. Küçük bir dünyaları olduğu için dedikodu yapmaktan ortak bir zevk
alırlar. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi, Allah Kuran'da, "...Tecessüs etmeyin (birbirinizin
gizli yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından
çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte,
bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup-sakının..." (Hucurat Suresi, 12)
buyurmakta ve dedikodunun "tiksindirici" bir tavır olduğuna dikkat
çekmektedir.
Bu tür
arkadaşlıklarda her iki taraf da aynı sığ düşünce yapısına sahip olduklarından
basitliğin kültürü karşılıklı olarak yaşanır. Ortak
kültüre sahip bu kişiler birbirlerini kalabalık bir ortam içinde de olsa tanır
ve seçerler. Hayat şekilleri aynı olduğundan beraber vakit geçirirken
başkalarının yanında olmadıkları kadar rahattırlar. Fakat bu rahatlık
samimiyetin, sevgi, saygı ve güvenin getirmiş olduğu bir rahatlık değil,
basitliği hiç çekinmeden yaşayabilmenin ve aynı dilden anlamanın getirmiş
olduğu serbestliktir. Aynı kişiler kendilerinden daha üst bir ahlak seviyesine
sahip insanların yanında bu kirli kültürü yaşayamayacaklarının farkındadırlar.
Bu yüzden de yakın arkadaşlarını hep kendileri ile aynı ahlaka sahip kişilerden
seçerler.
Yüksek ahlaklı kişilerin yanında ise rahat
davranamaz ve kasılırlar. Alıştıkları kirli kültürü yaşayamamaktan, basit
tavırlar gösterememekten dolayı zihinsel ve fiziksel bir "kasılma"
yaşarlar. Tutuk ve yapmacık konuşmalar yapar, kendilerini olduklarından farklı
göstermeye çalıştıkları için son derece itici bir görünüm sergilerler.
Basit insanların arkadaşlıklarında fedakarlık
yerine bencillik, tevazu yerine gurur ve kibir vardır. Böyle bir insan sevgiyi,
dostane tavırları, hoşgörü ve fedakarlığı hep karşı taraftan bekler; kendisi
bunların hiçbirine yanaşmaz. Zihninde karşı tarafa iyilik yapma, güzellik sunma
düşüncesi yoktur, ama tek taraflı almaya yönelik pek çok beklenti vardır.
Örneğin kendisine çok toleranslı davranılmasını ister, kendisi ise en sıradan
konularda bile tahammülsüzlük gösterir. Çok sevilmek ister ama ne sevilecek bir
karakter sergiler ne de kendisi karşısındaki insanlara gerçek anlamda sevgi
besler. Dahası karşı taraf tek taraflı olarak bu kişiye sevgi ve saygı duysa,
iyilik yapsa bunu da basit karaktere sahip olduğu için kaldıramaz. Her fırsatta
bunu suistimal eder, kullanmaya çalışır. Çünkü sahip olduğu birtakım özelliklerden
dolayı bu sevgi ve iyiliğin kendisine yöneltildiğini, bunu hakettiğini düşünür.
Bundan dolayı da kibirlenir, şımarır. Aslında hak etmediği ve belki de o güne
kadar hiç kimseden görmediği saygıyı görmesi ve kendisine değer verilmesi ona
fazla gelir. Böyle bir kişide vefa duygusu da gelişmemiştir. Kendisine söylenen
ve nefsinin hoşuna gitmeyen tek bir söz örneğin verilen bir öğüt bir anda
tavrının tersleşmesine, saldırgan bir üslup kullanmasına neden olabilir.
Birbirlerine gerçek anlamda değer vermeyen bu
kişilerin arkadaşlıkları sevgiye ve saygıya dayalı olmadığından uzun ömürlü de
olmaz. Küsme, bozulma, alınma gibi karşı tarafı protesto etmeye yönelik
tavırlar sıklıkla yaşanır. Her ne kadar bu tavırlar cahiliye toplumunda yaşayan
bazı insanlar tarafından son derece normal karşılansa da aslında bunların her
biri Kuran ahlakında yeri olmayan, batıl basitlik dininde ortaya çıkan tavır ve
yöntemlerdir. Müslümanların dostluk anlayışı içinde, cahiliyenin ilkel
denilebilecek bu tür yöntemlerine yer yoktur. İman edenler her türlü konuyu
hoşgörü ve anlayış çerçevesinde karşılıklı konuşup anlaşarak ve Kuran
ayetleriyle değerlendirerek çözerler.
Bazı insanlarda görülen ve kimi zaman aylarca,
yıllarca süren küskünlük ve sitem, basit düşünce yapılarından kaynaklanmaktadır.
Bu kişiler Allah'tan gereği gibi korkmadıkları için çok küçük konularla
uğraşır, bunları birer felaketmiş gibi değerlendirirler. Böyle bir kişi örneğin
arkadaşı kendisine haber vermeden başka arkadaşlarıyla buluştuğu ve kendisini
çağırmadığı için hemen küsebilmekte ve arkadaşlık bağını kolayca
koparabilmektedir. Kurmuş olduğu küçük dünyanın küçük ve hiçbir önemi olmayan
konularına tüm dikkatini odaklarken ölüm de kendisine büyük bir hızla
yaklaşmaktadır. Ahireti için hazırlığı olmayan bu kişi basitlikleri yaşarken
bir gün öleceğini, mezara konulacağını, ahirette sorgulanacağını tamamiyle
unutmuştur.
Müslümanlar ise Allah'ı seven, O'nun rızasını,
rahmetini, cennetini kazanmaya çalışan, ortak değer ve hedeflere sahip
insanlardır. Allah'a iman ve itaat içinde olmaları, Kuran ahlakını yaşamaları
onlar arasında sağlam ve köklü bir sevginin oluşmasına neden olur. Birbirlerine
duydukları bu sevgi ve saygının doğal bir devamı olarak aralarında güçlü bir
dostluk bağı oluşur. Bu dostlukta iki taraf da alabildiğine rahat eder. Kuran
ahlakına göre hareket ettikleri için tüm tavır ve konuşmalar son derece doğal
ve güzeldir. Aralarındaki dostluk ve arkadaşlık İslam ahlakının sıcaklığını
yansıtır. Birbirlerine karşı hep fedakar bir yaklaşım içinde olurlar.
Böyle bir kişi, Allah'ın "... Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini)
öz nefislerine tercih ederler..." (Haşr Suresi, 9) ayetinde bildirdiği
gibi daima arkadaşının nefsini kendi nefsinden daha öncelikli tutar. Allah'ın "...mü'minler için de (şefkat)
kanatlarını ger." (Hicr Suresi, 88) ayetinde bildirdiği gibi son
derece şefkatli ve yumuşak başlı bir tavır içinde olur. Yine karşısındaki
Müslümanı sevdiği, ona, imanından ve ahlakından dolayı değer verdiği için ince
düşünceli davranır, arkadaşının hoşuna gitmeyecek ve ona rahatsızlık verecek
her davranıştan sakınır. Nitekim Müslümanların aralarındaki bu bağ
arkadaşlıktan öte olduğu için Allah Kuran'da "Mü'minler ancak kardeştirler..." (Hucurat Suresi, 10)
buyurmuştur. Bir başka ayetinde ise Allah, müminlerin arasında yaşanan bu
dostluğun ve kardeşliğin Allah'ın nimeti sayesinde olduğunu hatırlatır:
... Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki
nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını
uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız...
(Al-i İmran Suresi, 103)
Müslümanların arasındaki bu güçlü bağ ancak
imanlarına karşılık Allah'ın kendilerine yaşattığı bir nimettir. Yoksa böyle
bir dostluk ve yakınlığın din ahlakından uzak yaşadıkları sürece insanlar tarafından
çabayla elde edilmesi mümkün değildir. Allah bu gerçeği "Ve onların kalplerini uzlaştırdı. Sen, yeryüzündekilerin tümünü
harcasaydın bile, onların kalplerini uzlaştıramazdın. Ama Allah, aralarını
bulup onları uzlaştırdı..." (Enfal Suresi, 63) ayetiyle insanlara
haber verir.
Güzellik ve Estetikten Zevk Alamama
Allah'ın varlığına iman etmiş, ahiret inancı
olan bir insan etrafında gördüğü herşeyin varlık nedeninin Allah olduğunu
bilir. Bu bilgiyle etrafına bakan bir insan ise, Allah'ın insanlar için yaratmakta
olduğu sayısız güzelliği her an fark edebilme özelliğine sahiptir. Allah'ın
yarattıklarındaki güzellikten ve sanattan derin olarak zevk alır. Bu nedenle
gerçek bir Müslüman etrafında hep güzellik ve estetik arar. Ruhunda hep daha
güzele, daha temize, daha estetik olana yönelme şeklinde bir eğilim vardır. Bu
konularda yeniliklerden, değişikliklerden hoşlanır. Yaşadığı ya da girdiği bir
ortamda yapılan yenilikleri, değişiklikleri hemen fark eder. Aynı şekilde
gözüne çarpan bir asimetriyi, düzensizliği, temizlik anlayışına uymayan bir
uygulamayı hemen görür. Bunu hemen düzeltme, güzelleştirme arzusu duyar. Bu,
samimiyetine karşılık Allah'ın onun ruhuna verdiği önemli bir duyarlılıktır.
Allah dünyada böyle bir anlayışa sahip olarak yaşayan Müslümanlara "Rableri onlara Katından bir rahmeti,
bir hoşnutluğu ve onlar için, kendisinde sürekli bir nimet bulunan cennetleri
müjdeler." (Tevbe Suresi, 21) ayetinde buyurduğu gibi ahirette de
içinde sonsuz güzellik ve sanatın yer aldığı cennet hayatını vadeder.
Ancak etrafındaki nimetleri cahiliye kültürü
içinde değerlendiren biri bunların taşıdığı güzellikleri gerektiği şekilde
göremez. Örneğin böyle bir kişiye üstünde el emeği taşıyan, ince ustalık ürünü
bir eser gösterilse bunun kıymetini anlamaz. Eseri oluşturan kişinin yeteneği,
bu eseri meydana getirmek için harcadığı emek, gösterdiği titizlik, dikkat ve
kullandığı sanat gibi inceliklere dikkatini veremez. Bu kişi ruhunda,
güzellikten zevk alma, güzelliği ve emeği takdir edebilme, incelikleri fark
edebilme gibi düşünme ve dikkatli gözlem gerektiren değerlendirmelerden uzak
bir hal içindedir.
Basitlik kültürünün anlayışına yaptığı etki
yüzünden baktığı şeylerin taşıdıkları güzel özellikleri fark edemeyecek bir
hale gelmiştir. Oysa bu durum insanın ruhunu köreltecek tehlikeli bir hastalık
gibidir. Güzellikleri fark edemeyen bir insan, bu kültürün yozlaştırıcı
etkisiyle Allah'ın nimet olarak verdiği çok önemli bir özelliğine kendi eliyle
zarar vermiş olur. Sonucunda da hayatını Allah'ın "İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:)
"Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok
ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz..." (Ahkaf Suresi, 20) ayetinde
belirttiği türde bir insan haline gelir. Oysa insan ruhu, maddi, manevi her türlü
güzellikten zevk alacak şekilde yaratılmıştır. Güzellikleri görmeye ve takdir
etmeye açıktır. Ancak kendini basitliğe alıştıran, karakterinde daha güzele,
daha iyiye yönelen bir anlayışı geliştirmeksizin dünya hayatını yaşayan biri
ruhunu köreltir. Göz önünde olan güzellikleri, Allah'ın yaratışındaki muhteşem
sanatı, uyumu ve simetriyi fark etmekten yoksun hale gelir. Sadece kendini
hayatta tutacak; gerçekte ise bir insanın hayatının amacı olması açısından son
derece aşağılayıcı olan hedeflere yönelir. Örneğin önünde çok güzel hazırlanmış
bir sofra kurulmuş olsa, o bu düzenin sağlanması için harcanan emeği,
gösterilen ince düşünceyi, estetik anlayışı pek değerlendiremez. Kendisine
gösterilen ihtimamın gerçekte Allah'ın bir ikramı, güzel bir lütfu olduğunu
aklına dahi getirmez. Böyle bir ortamda o, yemek için kolayca basitlik
yapabilir. Diğer yandan bu anlayışa sahip olan kişilerden bazıları hem kendi
vücutlarında hem de çevrelerinde temizliğe gereken önemi vermezler. Allah'ın "...O, akıl erdiremeyenlerin üzerine
iğrenç bir pislik kılar." (Yunus Suresi, 100) ayetinde bildirdiği gibi
akıllarını kullanmadıkları için pislik içinde yaşarlar. Örneğin temiz
giyinmekten, temiz bir ortamda yaşamaktan gerçek anlamda zevk almazlar. Sadece
insanların kendilerini görebilecekleri yerlerde kimi zaman bunlara önem
veriyormuş gibi görünerek öyle tanınmak isterler. Bunun dışında temizliğe
titizlik göstermez, ayrıntıları ise hiç akledemezler. Tüm bunlar gafil bir
yaşam içinde olduklarının ipuçlarını oluşturur ve ruhlarında iman edenlere has
yüksek şahsiyetin var olmadığını gösterir.
Basitliğin oluşturduğu ortak kültür içinde
yaşayan insanlar birarada iken de estetiğe, gözün zevk aldığı düzene ve daha
önemlisi güzel ahlaka önem vermeksizin yaşarlar. Estetiğe, güzelliğe önem vermedikleri,
bunlara yönelik bir özen içinde olmadıkları da kolayca anlaşılır. Oysa kişiliği
Kuran ahlakına göre gelişmiş, Allah'ın her yaptığından haberi olduğunu bilen
biri, Allah'ın huzurunda her an en güzel haliyle olmak ister. Çünkü Allah
insanı "Doğrusu, Biz insanı en
güzel bir biçimde yarattık." (Tin Suresi, 4) ayetinde belirtildiği
gibi diğer varlıklar arasında en güzel olacak şekilde yaratmıştır. Bu nedenle
insanın da yaşamı boyunca yaptığı her hareketinde Allah'ın kendisine verdiği bu
nimeti iyi vurgulayacak, insani yönlerini zayıflatmayacak davranışlar içinde
olması gerekir. Ayrıca diğer canlılar arasında kendisini üstün kılan bu
yaratılış özelliğine uygun davranmayan ve güzel bir kişilik göstermeyen
kişilerin diğer varlıkların daha aşağısında bir konum içine sokulabileceğini
Rabbimiz Kuran'da haber vermiştir.
Allah'ın "Sonra
aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar
başka…" (Tin Suresi, 5-6) ayetlerinde görüldüğü gibi böyle aşağılayıcı
bir konum içinde olmayacağı haber verilen insanlar, ancak Allah'a iman eden ve
ardından da imanını yaptığı salih davranışlarıyla gösterenlerdir. Bu kişilerin
Allah'ın yaratışındaki sanatı, estetiği ve muhteşem güzelliği görüp takdir
edebilen, ruhu bunlardan zevk alan, gördükleri üzerinde düşünüp derinlik
kazanan insanlar olduğu anlaşılmaktadır. Allah Kuran'da Müslümanların ahlaki
üstünlüklerini şöyle bildirir:
Onlar, ayakta iken, otururken, yan
yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda
düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek
yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191)
Görüldüğü gibi yüzeysel bir kültür içinde
yaşayan biri açısından mümkün olmayan bu derinlik, Allah'a samimi bir iman ile
bağlanmış bir Müslüman için ayakta olduğu, oturduğu ya da uzanıp yattığı bir
sırada bile vardır. Müslüman ahlakındaki bir kişi her an her yerde Allah'ı
düşünecek, gördüğü herşeyde Yaratıcımız olan Allah'ın büyüklüğünü ve korkusunu
hissedebilecek bir düşünce yapısına sahiptir. Bu derinlik, iman eden bir insanı
gördüğü herşeyi iyi değerlendirebilen, tümünün Allah'ın bir yaratması olduğunu
bilerek taşıdıkları güzellikleri ve incelikleri ortaya çıkarabilen bir ruh
halinde tutar.
Yaptığı İyi ve Olumlu Şeyleri Dile Getirme
Basit karaktere sahip insanlar yaptıkları iyi
işleri, gösterdikleri olumlu tavırları herkesin bilmesini isterler. Bu yüzden
de bunları olabildiğince insanların görebilecekleri şekilde ortada yaparlar.
Örneğin bir yoksula para yardımında bulunurken bunu açıktan açığa
etraftakilerin görebilecekleri şekilde verirler. Sonrasında da yine yaptıkları
bu yardımın, ya üstü kapalı şekilde vurgulayarak anlaşılmasını sağlar ya da
bunu açık bir dille anlatırlar. Veya bu tarz insanlardan sık sık "O
hediyeyi ben verdim, üzerindekini ben aldım, orayı ben temizledim, o dosyayı
ben hazırladım, fikri ona ben verdim, ben hatırlatmasam unuturdu, arabamla
evine bıraktım, hastayken ona ben baktım..." şeklinde cümleler duymak
mümkün olur. İşte bir insanı bunları yapmaya iten sebep basitliktir. Çünkü
basit karakterdeki insanlar bu tip şeylerle kendilerini sözde yüceltmeye,
övmeye ve böylelikle insanların yanında bir değer kazanmaya çalışırlar. Şayet
kalplerinde ve düşüncelerinde Allah'ın zikri olsa kuşkusuz insanların
takdirine, övgüsüne tenezzül etmezler. Fakat Allah'ın rızasını göz ardı
ettikleri ve ahiret karşılığını uzak gördükleri için o an orada bulunan
insanların takdiri ve teşekkürü bu insanlara daha yakın bir yarar olarak
görünür.
Öte yandan bu kişiler yaptıkları herhangi
maddi veya manevi yardımı kişinin kendisine karşı da dile getirebilirler. Din
ahlakını ve bu ahlakın inceliklerini kavrayamadıkları için bunun çok büyük bir
basitlik olduğunu göremezler. Oysa Allah Kuran'da "Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara
karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek
sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan
bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu
çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde
edemez)ler..." (Bakara Suresi, 264) buyurarak iman eden kullarını
böyle bir ahlak ve tavır bozukluğundan sakındırmıştır. Karşı tarafa minnet
ederek eziyet ettikleri takdirde kendi elleriyle sadakalarını geçersiz
kılabileceklerini hatırlatmıştır. Bir başka ayetinde ise Allah "Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden
eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiçbir şeye ihtiyacı
olmayandır..." (Bakara Suresi, 263) şeklinde buyurmuştur.
Din ahlakını yaşayan Müslümanlar gösterdikleri
tüm güzel tavırları, yaptıkları iyilikleri, işledikleri hayırları yalnızca
Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yaparlar. Onlar katıksızca ahiret yurduna
yöneldikleri için insanlardan maddi veya manevi hiçbir karşılık beklemezler. Bu
anlamda insanların takdirini ya da teşekkürünü de önemsemezler. Kişilerin
övgüsünü kazanmaya yönelik hiç girişimleri olmadığından tavırları son derece
ihlaslı ve vakarlıdır. Yaptıkları hayır ve iyiliklerin bilinmesi için asla
insanlara karşı bir çaba içinde olmaz, bunları dile getirmezler. Karşı tarafı
minnet altında bırakmaz, teşekkür, övgü ya da iltifat beklemezler. Allah'ın "...Benim ücretim, beni Yaratandan
başkasına ait değildir..." (Hud Suresi, 51) ayetinde bildirdiği gibi
karşılığı yalnızca Allah'tan beklerler.
Allah'ın "Sadakaları
açıkta verirseniz ne iyi; fakat gizleyip fakirlere verirseniz bu, sizin için
daha hayırlıdır. O, günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Allah,
yaptıklarınızdan haberi olandır." (Bakara Suresi, 271) ayetinde işaret
ettiği gibi olabildiğince gizli hayır işlemeyi tercih ederler. Bir başka ayette
ise Allah Müslümanların bu asil amacına "...
Hayır olarak her ne infak ederseniz, kendiniz içindir. Zaten siz, ancak
Allah'ın hoşnutluğunu istemekten başka (bir amaçla) infak etmezsiniz..."
(Bakara Suresi, 272) hükmüyle dikkat çeker.
Basit İnsanlar Kolay Öfkelenir
Öfke ve gerginlik genellikle menfaat
çatışmalarında ortaya çıkar. Basit karaktere sahip insanların birçoğu
çıkarlarına zarar geleceğini düşündükleri durumlarda asabileşir ve birdenbire
her zamanki karakterlerinin dışına çıkarak bambaşka bir görünüme bürünürler.
Öfke; sakin, umursuz, şakacı veya ağırbaşlı bilinen bir insanı birdenbire
tanınmayacak hale getirerek son derece katı ve acımasız yapabilir. Ancak bunu
yapabilmesi için, o insanın iradesinin ve vicdanının zayıf, Allah'ı unutmuş ve
nefsine karşı zaafa düşmüş basit bir insan olması gerekir.
Bu kişilerin öfkelerini belli etmek için
kullandıkları yüzlerce farklı yöntemleri vardır. Soru soran bir kişiye bir
müddet sustuktan sonra cevap vermek, imalı konuşmalar yapmak, sürekli şikayet
ederek aksilik çıkarmak, gülünecek ortamlarda gülmemek, surat asmak,
konuşmalara katılmamak, hızlıca kapı çarpmak, bir eşyayı yere vurmak gibi
yöntemler bunlardan sadece bazılarıdır. Bu öfkeli tavırların ve imaların hepsi
de basitlikten kaynaklanır ve hiçbirinin din ahlakında yeri yoktur. Çünkü
insanın başına gelen her olay Allah'ın kontrolünde gerçekleşir. Hayatımızın her
dakikası ve her saniyesi Allah'ın hükmü iledir. Bu nedenle insanın kendisini
kaybedip, öfkeye kaptıracağı bir durum yoktur. Kırılan değerli bir antika,
kaybolan bir çanta, yanlışlıkla çöpe atılan önemli bir evrak, yapılan bir kaza,
ağızdan çıkan yanlış ya da kırıcı bir söz gibi insanın hayatı boyunca
karşılaşabileceği ve aksilik gibi düşündüğü tüm olaylar aslında Allah'ın
yaratmış olduğu kaderin bir parçasıdır. Sonsuz akıl sahibi olan Rabbimiz
bunların tümünü iman eden samimi kulları için hayır olarak yaratmıştır.
Yürürken ayağı burkulan, önemli gördüğü bir
randevuya yetişemeyen, işinden çıkarılan, hakkında hiç aslı olmayan bir
dedikodu yayılan, yıllarca gece gündüz çalıştığı halde üniversite sınavını
kazanamayan insanların, bu olaylara öfkelenmek yerine önce şunu düşünmesi
gerekir. Bu olayların hiçbiri tesadüf eseri gerçekleşmemiştir. Samimi bir
Müslüman için bunların tümü hayra vesile olacak olaylardır ve hepsi bir hikmet
üzere yaratılmıştır. Basit karakterli insanlar ise sık sık kaderi unuttukları
için, çıkarlarına aykırı gibi görünen bir olayın da Allah'ın kontrolünde olduğunu
o an düşünemezler ve hemen öfkeye kapılırlar. Ancak müminler, herhangi bir
olumsuzluk karşısında buna sebep olan insana karşı öfke duyacak olsalar bile
öfkelerini yenerler. Allah'a güvenir ve bu olayın hayrını görmeyi dilerler.
Karşılarındaki kişiyi Allah'ın yönlendirdiğini unutmazlar. Bilirler ki öfkesine
yenilmek, gerginliğe düşmek, kırıcı konuşmalar yapmak, asabi tavırlar
sergilemek sığ düşünce yapısına sahip basit insanlara ait tavırlardır. Allah
bir ayetinde şöyle buyurmuştur:
Onlar, bollukta da, darlıkta da
infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile
(vaz)geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Al-i İmran Suresi, 134)
Tamahkarlık Basit İnsanlara Özgüdür
Basit karaktere sahip olan insanlar dünyevi
değerleri hırs edindikleri için din ahlakından uzaklaşırlar. Çünkü kişiyi
basitlik yapmaya sevk eden kibir, kıskançlık, hırs, acelecilik, tahammülsüzlük,
öfke gibi birçok nedenin temelinde nefsin istek ve tutkularına uyma vardır. Tıpkı bunlar gibi
tamahkarlığın da temelinde nefsin istek ve tutkularına uyma vardır. Nefis
insanın içine yerleşmiş bir düşman gibidir. Allah bir ayette nefsin bu
özelliğini Hz. Yusuf (as)'ın "(Yine
de) Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini
esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi,
53) ifadesi ile bildirir. Nefsin bu özelliğine karşılık insanın aklını ve
vicdanını kullanması gerekir. Çünkü insanın yüce değerleri bir kenara bırakıp
nefsin basit isteklerine boyun eğerek, dünya menfaatlerine yönelmesi büyük bir
aldanıştır. Allah Kuran'da nefislerine uyarak ayetlerinden uzaklaşan insanlar
için "Eğer Biz dileseydik, onu
bununla yükseltirdik. Ama o yere meyletti (veya yere saplandı), hevasına
uydu..." (Araf Suresi, 176) buyurarak, bu insanların basitliğe eğilim
gösterdiklerini bildirir. Yine bir başka ayetinde Allah, "... Kimileri salih (davranışlarda) bulunuyor, kimileri de
bunların dışında olan aşağılıklardır..." (Araf Suresi, 168) buyurarak
din ahlakının yaşanması dışında kalan davranış modelini "aşağılık"
olarak nitelendirmiştir. Vicdanlarını kullandıkları takdirde yücelip, saygın ve
şerefli bir hayat yaşayacakken söz konusu insanlar bu tip kötü tavırlara eğilim
gösterirler. İşte tamahkar olmak da bu basit ve aşağı ahlakı yansıtan tavırlardan
biridir.
Tamahkarlık insanı zayıflatan, alçaltan bir
düşüncedir ve büyük zarara yol açar. Bu ahlaktaki kişi, hırsı yüzünden elindeki
değerli imkanları bırakarak değersiz şeylerin peşine düşer. Allah'ın rızasını,
rahmetini ve sonsuz nimetlerle donatılmış cennetini istemek ve bunun için çaba
göstermek varken, dünyanın çürük ve geçici yararını ister. Nefsi hırslarla dolu
olduğundan ilerisini görmeyip sadece içinde bulunduğu anı gözetir. "Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk
geçmekte olan (dünyay)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü
bırakıyorlar." (İnsan Suresi, 27) ayetinde buyurulduğu gibi ahireti
göz ardı eder. Mal, mülk, mevki hırsı ve ihtiras gösterip menfaat peşinden
koşmak, bu kişiyi basitliğe iter ve onu hep küçük düşürür. Oysaki dünya malına
hırs göstererek sarılmak ve ona tamah etmek insan için bir aldanıştır. Bu
duruma düşmemek için ise nefsin istek ve tutkularına uymamak gerekir.
Allah Kuran'da "... Siz dünyanın geçici yararını istiyorsunuz. Oysa Allah (size)
ahireti istemektedir..." (Enfal Suresi, 67) buyurmaktadır. Bir başka
ayetinde ise Allah mala mülke duyulan hayranlığa karşılık "... Allah'ın sevabı, iman eden ve salih
amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası
kavuşturulmaz..." (Kasas Suresi, 80) şeklinde buyurur. Çünkü kişi
hırslanınca hatalara ve kötülüklere iyice açık demektir; artık birçok gerçekler
ve güzellikler ondan uzakta kalır. Kimi biraz daha fazla yiyecek, giyecek için,
kimi daha fazla eğlenebilmek, daha yüksek bir hayat standardı elde edebilmek
için, kimi ise daha yüksek bir mevkiye gelebilmek için inandığı değerlerden
tavizler verir. Oysa bunların tamamı geçici ve önemsizdir. İnsan bir tabak
yemekle doymakta, tek bir gömleği yıllarca giyebilmektedir. Evi ne kadar büyük
olursa olsun içinde bulunduğu an tek bir odasında oturmakta diğer yerleri
görmemektedir. İçinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun insan böyle bir
basitliğe asla yanaşmamalı, haysiyetli davranmalıdır. Şayet zor şartlar söz
konusu ise çalışmalı, çabalamalı ve Allah'a tevekkül etmeli ama asla büyük ya
da küçük hiçbir şeye tamah etmemelidir. İstediği herşeyi yalnızca Allah'tan
istemeli, yalnız O'na rağbet etmelidir. Allah bir ayetinde "Rabbiniz'den bir fazl istemenizde sizce sakınca yoktur..."
(Bakara Suresi, 198) buyurmaktadır. Ayette de bildirildiği gibi bir insan
Allah'tan her türlü nimeti isteyebilir. Göklerde ve yerde olan tüm canlıların
rızkını veren, onları yaratan ve yaşatan Rabbimiz, iman eden kullarına böyle
güzel bir nimet vermiş ve onların dualarına karşılık vereceğini müjdelemiştir.
Tevbe Suresi'nin 28. ayetinde ise "...Eğer
ihtiyaç içinde kalmaktan korkarsanız, Allah dilerse sizi Kendi fazlından zengin
kılar..." buyurmaktadır.
Müslümanlar Allah'ın lütfetmesiyle soylu bir
ruha sahip olduklarından Allah'ın "Biz
yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola
ilet; Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna." (Fatiha Suresi, 4-6)
ayetlerinde bildirdiği şekilde her türlü nimet ve yardımı Allah'tan beklerler.
İhtiyaç içinde olsalar bile bunu vakarlarından dolayı insanlara belli etmezler.
Böyle güzel bir ahlakın makbuliyetine Rabbimiz şöyle dikkat çekmiştir:
(Sadakalar) Kendilerini Allah
yolunda adayan fakirler içindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç
yetiremezler. İffetlerinden dolayı bilmeyen onları zengin sanır. (Ama) Sen
onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler... (Bakara
Suresi, 273)
Kendileri, ona duydukları sevgiye
rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak
Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne
bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz'den
korkuyoruz." (İnsan Suresi, 8-10)
Yine Allah'ın "Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı
(gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen
şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir
açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih
ederler..." (Haşr Suresi, 9) ayetinde bildirdiği gibi kendileri
ihtiyaç içinde olsalar bile yine tavırları almaya değil, vermeye yöneliktir.
Müslümanlar tamahkarlığın tam zıddı olan bu
onurlu ve fedakar tavırlardan büyük bir zevk alırlar. Tamahkar insanlar ise
kendilerinde olan nimetleri hırsla sahiplenir, şükretmeyi akıllarına
getirmezler. Bu sebeple de bir türlü ellerindeki nimetlerden dolayı sevinç
duyamazlar. Zihinlerinde hep daha da fazlasını elde etme arzusu vardır. Hatta
ihtiyaçları olmasa bile yalnızca daha fazlasına sahip olma hırsı içinde
yaşarlar ve çok küçük şeylere tamah edebilirler. Allah ayetlerde bu gerçeği
haber verir ve bu insanların din ahlakını yaşamamakta ısrarlı olduklarına
dikkat çeker:
Kendisini tek olarak (ve
yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; Ki Ben ona, 'alabildiğine geniş
kapsamlı bir mal' (servet) verdim. Göz önünde-hazır çocuklar (verdim). Ve
sayısız imkan ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha artırmam için tamah eder
(doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, Bizim ayetlerimize karşı 'kesin bir
inatçıdır." (Müddessir Suresi, 11-16)
Kendi ellerinde olanı harcamaktan çekinen ve
ellerini sımsıkı tutan bu basit karaktere sahip insanlar başkalarına karşı ise
tam tersi bir tavır içindedirler. Allah Kuran'da "Eksik ölçüp tartanların vay haline, Ki onlar, insanlardan ölçerek
aldıklarında noksansız alırlar. Kendileri onlara ölçtüklerinde veya
tarttıklarında eksiltirler." (Mutaffifin Suresi, 1-3) ayetleriyle
onların tamahkarlıklarından kaynaklanan sahtekarlıklarını deşifre ederek haber
verir. Oysa bu, Allah'ın razı olmadığını Kuran'da bildirdiği ve insanları
sakındırdığı bir basitliktir. Rabbimiz bir ayetinde "Onlardan bazı gruplara, kendilerini denemek için
yararlandırdığımız dünya hayatının süsüne gözünü dikme. Senin Rabbinin rızkı
daha hayırlı ve daha süreklidir." (Taha Suresi, 131) buyurarak iman
eden kullarını uyarmış ve Kendi Katından vereceği nimetlerin daha hayırlı
olduğunu hatırlatmıştır.
Tamahkarlık yalnız maddi birtakım değerlerle
sınırlı bir kavram değildir. Verilen bir cevapta, sarf edilen bir sözde ve
bunların yanı sıra pek çok ayrıntıda bu kötü ahlak kendini gösterebilir. Basit
insan kendi deyimiyle "lafın altında kalmaz"; son sözü söylemeye
tamah eder. Kimi insanlar her fırsatta konuşmalarının arasına yabancı dilden
kelimeler ve vurgular serpiştirerek dil bildiklerini vurgulamaya çalışırlar.
Düz ve sade anlatım yerine, söylemek istedikleri kelimenin Türkçesini
hatırlayamıyor gibi yaparlar. İnsanlara gösteriş yapabilmek için birkaç
kelimeye tenezzül ederler. Benzer şekilde marka, araba, yazlık gibi genelde
sahip olunan maddi imkanları vurgulamaya yönelik konuşmaların hemen hemen
çoğunun temelinde bu basitlik vardır. Halbuki böyle geçici dünya metalarına
düşkünlük göstermek insan için büyük bir utanç vesilesi olmalıdır. Bu basitliğe
tenezzül eden kişi ne kadar küçük duruma düştüğünü bilmelidir. Sahip olduğu
herşeyin yalnızca göz açıp kapayıncaya kadar geçecek olan dünya hayatına ait
olduğunu, ölümle birlikte sonsuza kadar tümünün geride kalacağını
unutmamalıdır.
Elde edilen çok küçük çıkarları kar bilmek de
bu çirkin ahlakın bir türüdür. Bu tamahkar düşünceye sahip insanlar şaşırtıcı
derecede küçük şeyleri kar olarak görürler. Örneğin basit bir insan için,
arkadaşlarından önce davranarak daha iyi bir yere geçip oturmak ya da hiç para
harcamadan gittiği bir şirket yemeği mutluluk vesilesi olan önemli olaylardır.
Benzer şekilde insanların haklarını çiğneyerek elde edilen küçük şeyler de bu
insanları beklenmedik şekilde heyecanlandırır ve mutlu eder. Katıldıkları bir
davette açık büfeden faydalanabilmek ve yemek için birbirinin önüne geçmeye
çalışan insanlar, daha fazla yiyeceğin olduğu tabağı bir şekilde kendisine
almaya çalışan insanlar da aynı basitlikte insanlardır. Dahası bu insanların
çoğu hiç ihtiyacı olmadığı halde bir tabak yemeğe tamah edebilen insanlardır.
Görülüyor ki tamahkarlık kişilerin sahip oldukları imkanların genişliği ya da
darlığı ile ilgili bir konu değil, tamamen din ahlakından uzak basit bir ruha
sahip olmaları ile ilgili bir konudur. Çok kısıtlı imkanlara sahip olmasına
rağmen hiçbir ihtiyacını kimseye bildirmeyen onurlu insanlar olduğu gibi son
derece zengin ve varlıklı olmasına rağmen elini sımsıkı tutan ve akla
gelebilecek en küçük şeylere bile tamah eden insanlar da çok sayıdadır. Örneğin
zengin ve ünlü biri, bir sebeple küçük bir kasabaya gittiğinde hangi mütevazi
dükkana girse çoğundan küçük de olsa bir hediyeyle oradan ayrılır. Muhtemelen
hediyeleri veren kişiler son derece dar imkanlar içinde yaşayan insanlardır.
Kasabayı gezen kişi ise bu küçük yerde yediği yemeğin parasını ödememeyi bile
kar olarak gören, aslında ihtiyaç içindeki insanların imkanlarına tamah eden
zengin bir kişidir.
Bu örnekte de görüldüğü gibi basit insan
hediye alma gibi konularda tamahkardır. Çevresindeki insanlardan hediye
alabilmek için sürekli olarak yılbaşı, doğum günü, yıldönümü gibi önemli
günleri hatırlatır. Kendisine hediye almaları için arkadaşlarına şaka yollu
imalarda bulunur. Sözde şaka olan bu imalar karşı tarafı bu kişiye hediye
almaya zorlar. Bunun yanı sıra bir eşyayı sürekli olarak çok beğendiğini,
kendisinin de böyle bir şey istediğini söyleyerek karşısındaki kişinin o eşyayı
kendisine hediye etmesi beklentisi içinde olur. Bu şekilde çok küçük şeylere
tamah eder ve bunları elde etmeyi kendince kar olarak görür.
Unutulmamalıdır ki basitlik ne eğitimle, ne
kültür seviyesi ile, ne de zenginlik, yoksullukla doğrudan bağlantılı bir konu
değildir. Esas olarak din ahlakı ile ve vicdanla ilgili bir konudur. Ancak
vicdanını kullanan, Allah'ın rızasını arayan ve ahireti hedefleyen Müslümanlar
mutmain ve tokgözlü insanlardır. Onlar hırs, tamah, istismar etme gibi din
ahlakına ters düşen hallerden kaçınırlar. Çünkü söz konusu insanlar gibi içinde
bulundukları anın geçici yararlarını değil, sonsuz ahiret hayatını gözetirler.
Peygamber Efendimiz (sav) de hadis-i
şeriflerinde iman edenleri tamahkarlığa karşı uyarmış, "Sakın tamahkar olmayın! Tamah, fakirliğin ta kendisidir." [Taberânî]
buyurmuşlardır. Bir başka hadis-i şeriflerinde ise; "Müminin izzeti, insanlara karşı tok gözlü olmasıdır."
[Hakim] buyurarak tamahkarlıktan uzak olmasının mümini izzetli kıldığına dikkat
çekmişlerdir. Bir başka hadisinde ise Hz. Muhammed (sav) dünyayı hırs edinen
ile etmeyen arasındaki farkı şöyle bildirmiştir:
Kim ki arzusu, amacı dünya olursa Allah o
kimsenin aleyhine işini darmadağın eder, fakirliğini iki gözünün arasında kılar
(yani dünyalığı elde etmek uğrunda sıkıntılar çeker, ihtirası da dinmez) ve
dünya (nimet ve malın)dan kendisi için (kaderinde) yazılmış olan miktardan
başka hiçbir şey ona gelmez. Kimin niyeti, arzusu ahiret olursa Allah o kimse
için (dağınık) işini toparlar (düzenler), zenginliğini kalbine yerleştirir,
dünya (nimetleri ile malı) da boyun eğerek (rahatlıkla) gider." (İbni
Mace, Cilt10, Sf.374)
Bediüzzaman Said Nursi de bir tefekküründe
bizlere hırsla bir şeyin üstüne düşenin ondan mahrum olabileceğini şöyle
hatırlatır:
Hırs, sebeb-i mahrumiyettir (mahrumiyet
sebebidir); tevekkül ve kanaat ise, vesile-i rahmettir (rahmet vesilesidir).
(Mektubat, sf.271)
Meraklı Olmaları
Basitliğin kirli kültürü içinde yaşayan
insanlar, bilmedikleri ya da merak ettikleri konuları öğrenmek için çeşitli
yöntemler kullanırlar. Kendileriyle hiçbir ilgisi olmayan ya da öğrendiklerinde
hiçbir işlerine yaramayacak konuları merak eder, öğrenmeye çalışırlar. Örneğin
bir gece önce kendisinin davet edilmediği bir arkadaş toplantısına aralarında
çekişme olan diğer bir kişinin çağrılıp çağrılmadığını öğrenmek için; aradaki
üçüncü kişiye; onu bütün gece telefonla aradığını ancak bir türlü ulaşamadığını
ve çok merak ettiğini ifade eder. Böylece karşı taraf bu sorunun soruluş
amacını bilmeden o kişinin dün geceki toplantıda olduğunu bu nedenle ulaşamamış
olmasının çok normal olduğunu söyler. Böylece sinsice hazırlanmış bu soru ile
kişi fark ettirmeden hem karşı tarafa bir iyi niyet gösterisi yapmış hem de içinde
yaşadığı merak ve kıskançlığı üçüncü kişiye belli etmeden beslemiş olur.
Basit bir kültür içinde yaşayan insanlar, bu
şekilde kullandıkları kapalı soru usulü dışında, açık açık ve devamlı soru
sorarak da içlerindeki merakı yatıştırmayı isterler. Kim ne demiş, nereye
gitmiş, ne giymiş, nereden gelmiş gibi sıradan ve basit içerikli sorularla
konuşmaların arasına girerek, kendileriyle ilgili olsun olmasın merak ettikleri
konuları öğrenmek isterler. Ya da kendilerine bu yönde yakın buldukları
kişileri aracı olarak kullanarak, merak ettikleri konuları bu kişiler
vasıtasıyla öğrenmeye çalışırlar. Ardından da karşılıklı olarak bu konular
üzerinde uzun ve dedikodu içerikli sohbetler yaparlar. Merakın kendilerini
düşürdüğü bu küçültücü durumun ve üzerlerinde oluşan basit insan görüntüsünün
nasıl olduğunu fark etmeden bu kültürü yaşarlar. Çok küçük ve gereksiz konuları
araştırarak kendi içlerinde önemli bir hale getirip büyütürler. Her an
kendilerine biraz daha yaklaşan ölümü, sonraki sonsuz ahiret hayatlarını düşünmek
yerine bu önemsiz konular üzerinde konuşarak ve zihin yorarak vakitlerini boş
yere harcarlar.
Oysa Allah'a tevekkül eden bir insan eğer
bilmesi, haberdar olması gereken bir konu varsa Allah'ın mutlaka o bilgiye bir
şekilde ulaşmasını, bunu çeşitli vasıtalarla öğrenmesini sağlayacağını bilir.
Bu nedenle hiçbir şekilde endişeli bir meraka düşmez. En hayırlısı ne ise onun
gerçekleşeceğini, Allah'ın rızasını gözettiği takdirde mutlaka Allah'ın
kendisini koruyacağını, ihtiyacı olan konuları ve bilgileri kendisine
aktaracağını bilir. Çünkü Müslüman Allah'ın olaylar üzerindeki mutlak
hakimiyetinin varlığını aklından hiç çıkarmaz. Bir kişi ne kadar merak ederse
etsin Allah'ın öğrenmesine izin vermediği bir konuyu asla öğrenemeyeceğinin de
farkındadır. Ya da yukarıda bir kısmından bahsettiğimiz birtakım basit
yöntemler kullanarak merakını giderse bile bu süreç içerisinde vicdanının onu
rahat bırakmayacağını, karşı taraftaki insanı ya da insanları kandırmanın,
onların iyi niyetlerini suistimal etmenin rahatsızlığını sürekli olarak
yaşayacağını düşünür. Karşısındaki kişiye sinsice planlanmış bir soru sormaya
kalksa o anda Allah'ın kendisini gördüğünü, yalan yöntemlerle ve karşısındaki
kişiyi kandırarak merakını gidermeye çalıştığı her anda Allah'ın kendisiyle beraber
olduğunu ve bu yaptıklarını karşısına çıkaracağını bilir. Küçük ve basit bir
merakı gidermenin beraberinde sürekli bir sıkıntı ve vicdan azabı getireceğini
bilir ve bu vicdani sıkıntıyı hiçbir şekilde göze almaz.
Allah'tan korkar ve sakınır. Bu nedenle de
hiçbir şekilde böyle basit bir arayış içine girmez. Hatta merak gidermeye
yönelik olarak yapılan gereksiz ve boş konuşmaların yanında yapılmasına dahi
izin vermez. Peygamberimiz (sav) bir hadisinde Müslümanlara "Allah'a ve ahiret gününe inanan kimse
ya hayır konuşsun ya da sussun" şeklinde öğüt vermiştir. (Tirmizi, Kıyamet 51; Kütüb-ü Sitte, 16.
Cilt, sf.376) Bir başka hadis-i şerifte ise "Kişinin malayani (faydasız
boş söz) şeyleri terki, İslam'ının güzelliğinden ileri gelir." denmiştir.
(Tirmizi, Zuhd 11; Kütüb-ü Sitte, 16. Cilt, sf.377)
İşte bu güzelliği yaşayan bir Müslüman
gereksiz yere merak ederek öğrenmek istediği bir konu olsa bile buna kendi
içinde engel olur. Böyle bir duruma düşmeyi kendine yakıştırmaz.
Unutulmamalıdır ki herkes insanları kandırarak, istediği konu ile ilgili
bilgileri çeşitli kapalı yöntemler kullanarak karşı taraftan öğrenmeye
çalışabilir. Ancak önemli olan, yapan kişinin bu davranışına kendi ahlak yapısı
içinde bir yer bulabiliyor olmasıdır. Kendi ahlak anlayışıyla bu sinsi ve
meraklı kişiliği bağdaştırabilmesidir. Çünkü sırf bir bilgiye ulaşabilmek için
Allah'ın kendisini gördüğünü ve yapmakta olduklarından haberi olduğunu bilerek
böyle bir girişimde bulunabiliyorsa, o zaman bu, kalbinde yaşadığı Allah
korkusunun güçlü olmadığına bir işaret olabilir. Ancak elbette ki insanlar için
faydalı olacak, bir ihtiyacı giderecek, kolaylık sağlayacak bilgilerin
öğrenilmesinin merakla ilgisi yoktur. Bu, Allah'ın iman edenleri yönlendirdiği
Müslümanca bir davranış şeklidir.
Kişinin nefsani isteklerini ve merakını yatıştırma amacını
devreye sokan, haber araştırmaya ve merakı gidermeye yönelik bir soruşturma
şekli Müslümanların anlayışından tamamen farklı; basitliğin verdiği, imani
hassasiyetlerini belirli ölçülerde yitirmiş insanlara özgü kaba bir harekettir.
Kibarlaşma
Düşünceleri basitlikten uzak insanların
tavırları da doğal ve kalitelidir. Böyle bir insan ne konuşmalarında ne de
hareket ve mimiklerinde suni yöntemlere ihtiyaç duymaz. Basit insanların
kullandıkları suni yöntemlerin başında ise kibarlaşmak gelir. Kibarlaşmak
denilince; adaba uygun, ince düşünceli, nezaketli tavırlar anlaşılmamalıdır.
Bizim burada bahsettiğimiz kibarlaşma aslında basit karaktere sahip olan bir
kişinin kendisini olduğundan farklı göstererek karşı tarafa beğendirme
çabasıdır. Kişi gerçek kişiliğini, basit tavırlarını ve yaşantısını,
öğrenmesini istemediği kişilerin yanında örtmek, gizlemek için kibarlaşma
yöntemini kullanır.
Bu kişi kendisinin basit olduğunu bilir ve bu
basitliği yanında pervasızca yaşayabileceği kişiler vardır. Kendisi ile aynı
alt kültürü paylaşan bu insanların yanında kibarlaşmaya gerek duymaz ve hatta
son derece avami davranabilir. Fakat kendisi gibi olmayan ve basitliğini teşhis
etmesinden dolayı yanında küçük düşmekten çekindiği kişilerin yanında
kibarlaşmaya şiddetle ihtiyaç duyar.
Kibarlaşma çabası, insanları gereğinden fazla
gözünde büyüten, kişiliği zayıf insanlarda görülür ve insanı çok cahil ve basit
gösteren tavırlardan birisidir. Örneğin doğal davranan bir insan anlatmak istediği
bir konuyu düz bir üslupla anlatır, istediği bir şey varsa net olarak söyler.
Basit bir insan ise kibarlaşmaya çalışırken anlatacağı konuyu bir türlü
anlatamaz, dolaylı yollara sapar ve sözü çok uzatır. Özellikle de karşı
taraftan bir istekte bulunacağı zaman iyice ezilir ve tavırları doğallıktan
uzaklaşır. Kibarlaşma basit insanın yalnız üslup ve konuşmalarında değil
oturmasında, kalkmasında, yemek yeme şeklinde, eşyaları tutuşunda, her tavrında
ortaya çıkar. Böyle bir kişiyi gören herkes onun 24 saat böyle yaşayamayacağını
bilir. Çünkü bu çok açık görülebilen doğallıktan uzak bir hareket tarzıdır.
Kibarlaşmak aynı zamanda resmiyetten
kaynaklanan bir tavır bozukluğudur. Eğer bir insan karşısındaki kişiyle sürekli
olarak kibarlaşarak konuşuyorsa bu o kişiyle dost ve samimi olmadığının, onu
yabancıladığının açık bir göstergesidir. Çünkü bu insanlar yakınlarının örneğin
ailelerinin yanında kibarlaşmaya ihtiyaç hissetmezler. Onlara güvendikleri için
yanlarında rahat eder, doğal halleri nasılsa öyle davranırlar. Buna karşılık
yanında kibarlaşma ihtiyacı hissettikleri insanlar aslında yanında kasıldıkları
ve gerçek kişiliklerini tanıtmaktan çekindikleri kişilerdir. Kimi insanların
sandığı gibi kibarlaşan insanlar karşılarındaki insana saygı duyduklarından bunu
yapmazlar, aksine samimiyetsizliklerinden yaparlar.
Bu konuda yapılması gereken, kişinin
kibarlaşmayı bir yana bırakıp bu şekilde basit karakterini gizlemek yerine
ondan kurtulmasıdır. Ancak bu takdirde tavırları normal ve kaliteli olacaktır.
Bu ise Kuran ahlakının eksiksizce yaşanması ile mümkün olur.
BAZI BASİT İNSANLARIN İDEALİ "SADECE
YAŞAMAK"TIR
Küçük yaşlarda pek çok ideali olan bazı
insanlar, büyüyüp olgunluk yaşına geldiklerinde artık belli hedeflere ulaşmış,
okul bitirip bir meslek edinmiş, evlenip çocuk sahibi olmuş, başka
beklentileri, arzuları ve hedefleri kalmamış, şevk ve heyecanlarını
kaybetmişlerdir. Artık herkes içinde bulunduğu şartlara ve kültüre göre vakit
geçirmekte; kimi kafelerde oturarak, kimi sahilde, çarşılarda, parklarda dolaşarak,
kimi ise evinde uyuyarak, televizyon seyrederek vakit öldürmektedir. Her gün
bir önceki günün aynısı olmakta, böylece bu insanların hepsi birer birer ölümü
bekler hale gelmektedirler.
Böyle bir kişi, sabah gözlerini açtığı zaman,
bugünün de diğer günlerden bir farkı olmadığını düşünür. Ne var ki beklendiği
gibi bundan şikayetçi de değildir. Çünkü onun yaşadığı her günün hedefi, sadece
ölmeden 'ertesi güne geçebilmek'tir. Bu ruh hali, söz konusu insanların ruhen
ve fiziken hızlı bir şekilde çökmelerine sebep olur. 55-60 yaşlarında emekli
olmuş bir insan aslında çok yaşlı sayılmaz. Fakat iyi ve güzel olan herşey için
"geçti artık" şeklinde ifade ettikleri bakış açıları, onların
kendilerini çok daha yaşlı hissetmelerine ve öyle de görünmelerine sebep olmaktadır.
Oysa aynı yaşta fakat tam tersi bir bakış açısına sahip olan, içindeki şevki ve
heyecanı hiç kaybetmeyen, çalışkan insanlar yaşıtlarına kıyasla çok daha dinç,
enerjik ve neşeli olabilirler. Nitekim Kuran ayetlerinde de sürekli çalışmanın,
hatta hiç boş kalmamanın faydalarına yönelik işaretler vardır. Allah İnşirah
Suresi'nde yer alan ayetlerde şöyle buyurmaktadır:
Şu halde boş kaldığın zaman,
durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et. Ve yalnızca Rabbine rağbet
et. (İnşirah Suresi, 7-8)
Basitlik kültüründe, bazı insanların hayattan
tek beklentilerinin sadece yaşamak olduğu düşüncesi, sadece yaşlılarda ya da
emeklilerde değil, başta da belirttiğimiz gibi toplumun her kesiminde, her yaş
grubunda görülebilmektedir. İş hayatında belli bir kariyer yapmış, daha fazla
yükselme beklentisi içinde olmayan, evlenip çocuk sahibi olmuş bazı kişilerde
de bu bakış açısı kısmen vardır. Sabah işe gidip akşam dönmek, televizyon
programlarını seyretmek ve yemek yiyip, yatmaktan başka yapacak bir işleri ya da
hedefleri olmayan insanlarda da tek amaç, kimi bazı yaşlılarda olduğu gibi 'o
günü atlatmak'tır.
Bu tip kişilerin yaşamlarında kolay kolay bir
değişiklik ya da yenilik oluşmaz. Kendilerini geliştirmek, çevrelerine faydalı
olmak gibi güzel ve asil düşüncelere asla sahip olamazlar. Çünkü bu tavır ve
düşünceler hayatlarında değişikliklerin meydana gelmesine, düzenlerinin
bozulmasına sebep olacaktır. Bu ise onların işlerine gelmeyen bir durumdur.
Onlar, kimse kendilerine dokunmadan, kurmuş oldukları basit, monoton düzenleri,
küçük dünyaları içerisinde yaşamak isterler.
Din ahlakı yerine basitlik kültürünü yaşayan
insanların bazılarının, hiçbir hedefleri olmaksızın günlerini
geçirebildiklerini, adeta ölümü beklediklerini görebiliriz. Böyle kişilerin
bazıları perdeleri ardına kadar açık bir pencerenin önünde gün boyu pijamayla,
sabahlıkla oturabilirler. Basitlik kültürü içinde yaşayan ve hayattan hiçbir
beklentileri kalmayan bu insanların amaçları "sadece yaşamak"tır.
Bunlar hayatlarının amacını vicdanlarında sorgulamayan, ahirete imanları zayıf
olan, din ahlakından uzak yaşayan kimselerdir. Allah'ın rızasını, rahmetini ve
cennetini kazanmak, O'nun razı olacağı salih amellerde bulunmak, güzel ahlaklı,
vicdanlı insanlarla hayırlarda yarışıp öne geçmek gibi hedefleri olmadığı için
bu noktaya gelmiş, kendilerine olabilecek en alçaltıcı ve basit ideallerden
birini edinmişlerdir. İçine düştükleri manevi boşlukta dünyevi ideallerini de
bir kenara bırakıp, tüm istek ve arzularından, gösterdikleri çabadan,
çalışmaktan, üretmekten dahası düşünmekten bile vazgeçmişlerdir. Artık sadece
yaşamlarını sürdürecek kadar bir faaliyet içindedirler.
Bu insanların tamamı başta verdiğimiz örnekte
olduğu gibi dünya ile bağlantısını koparmış kişiler değildir. Her gün işine
gidip gelen bir kişi de benzer bir boşluk ve monotonluk içinde sadece o günü
geçirmeyi hedefleyebilir. Çalışan, çalışmayan, genç, yaşlı, fakir, zengin,
kadın, erkek ayrımı olmaksızın, yaratılış amacından uzak olan kimi insanlar
kendilerine bu basit ideali edinmişlerdir: Sadece yaşamak.
Fakat ölüm kendilerine gelince hemen şuurları
açılan ve dünyadaki yaşamlarına geri dönerek salih amellerde bulunmak isteyen
bu insanlar hayatları boyunca zamanı, hiç düşünmeden, kaygısızca bol bol
harcayan hatta belki de daha bir gün öncesine kadar 'vakit öldürmeye' çalışan
insanlardır. Yaratılış amaçlarını göz ardı ederek bir ömrü Allah'a kulluktan
uzak geçirmiş, yemek yiyip, uyuyarak, gündelik işlerine bakarak sadece yaşamayı
amaç haline getirmişlerdir.
Ancak bu insanların sonsuz hayatlarında
karşılaşacakları son şöyledir:
Artık sen onları, belli bir süreye
kadar kendi gafletleri içinde bırak. Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine
verdiğimiz mal ve çocuklarla. Biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım
ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller. (Müminun Suresi, 54-56)
...Azabı gördükleri zaman, o
zalimleri bir görsen; "Geri dönmeye bir yol var mı?" derler. Onları
görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe)
sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar. İman edenler de: "Gerçekten
hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem yakın akraba (veya
yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır" dediler. Haberiniz olsun;
gerçekten zalimler, kalıcı bir azap içindedirler. (Şura Suresi, 44-45)
Dediler ki: "Rabbimiz, mutsuzluğumuz
bize karşı üstün geldi, biz sapan bir topluluk imişiz." "Rabbimiz,
bizi (ateşin) içinden çıkar, eğer yine (inkara) dönersek, artık gerçekten zalim
kimseler oluruz." Der ki: "Onun içine sinin ve Benimle
söyleşmeyin." "Çünkü gerçekten Benim kullarımdan bir grup:
"Rabbimiz, iman ettik, Sen artık bizi bağışla ve bize merhamet et, Sen
merhamet edenlerin en hayırlısısın, derlerdi de," "Siz onları alay
konusu edinmiştiniz; öyle ki, size Benim zikrimi unutturdular ve siz onlara
gülüp duruyordunuz." "Bugün Ben, gerçekten onların sabretmelerinin
karşılığını verdim. Şüphesiz onlar, 'kurtuluşa ve mutluluğa' erenlerdir."
(Müminun Suresi, 106-111)
Ruh ve meleklerin saflar halinde
duracakları gün; Rahman'ın kendilerine izin verdikleri dışında olanlar konuşmazlar.
(Konuşacak olan da,) Doğruyu söyleyecektir. İşte bu, hak gündür. Şu halde
dileyen Rabbine bir dönüş yolu edinsin. Gerçekten Biz sizi yakın bir azab ile
uyardık. Kişinin kendi ellerinin önceden takdim ettiklerine bakacağı gün, kafir
olan da: "Ah, keşke ben bir toprak oluverseydim" diyecek. (Nebe
Suresi, 38-40)
Kimin de kitabı ardından
verilirse, O da, helak (yok olmay)ı çağıracak, Çılgın alevli ateşe girecek.
Çünkü o, (dünyada) kendi yakınları arasında sevinçliydi. Doğrusu o, (Rabbine)
bir daha dönmeyeceğini sanmıştı. Hayır; gerçekten Rabbi, kendisini çok iyi
görendi. (İnşikak Suresi, 10-15)
Arkadan çekiştirip duran, kaş göz
hareketleriyle alay eden her kişinin vay haline; Ki o, mal yığıp biriktiren ve
onu saydıkça sayandır. Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor.
Hayır; andolsun o, 'hutame'ye atılacaktır. "Hutame"nin ne olduğunu
sana bildiren nedir? Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir. Ki o, yüreklerin üstüne
tırmanıp çıkar. O, onların üzerine kilitlenecektir; (Kendileri de) Dikilip-yükseltilmiş
sütunlarda (bağlanacaklardır). (Hümeze Suresi, 1- 9)
De ki: "Davranış (ameller)
bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?"
"Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini
gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar." İşte onlar, Rablerinin ayetlerini
ve O'na kavuşmayı inkar edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa
çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. (Kehf Suresi,
103-105)
SONUÇ: SAMİMİ BİR İNSAN BASİTLİKTEN NASIL
KURTULABİLİR?
Basitlik tüm tavır ve konuşmalara yansımasının
yanında esas olarak ruhta ve düşüncede yaşanan bir sorundur. Bu yüzden de
basitlikten kurtulmanın yolu tavırların tek tek ele alınıp düzeltilmesi gibi
bir yöntem değildir. Çünkü böyle bir durumda kişi öğrendikleri dışında bir
olayla karşılaştığında yine basit tavırlar sergileyebilecektir. Üstelik
bildiklerini de uygulamada sorunlar çıkacaktır çünkü bir insanın bakış açısı ve
düşünceleri ne ise tavırlarına da bu yansır. Mantığını anlamadığı,
gerekliliğine inanmadığı bir şeyi uygulamakta güçlük çeker. Oysa basitliğin
çözümü sanıldığı gibi zaman alan, zor ya da karmaşık bir şey değildir, aksine
son derece kolaydır.
Çözüm, Allah'tan korkmak ve Kuran ahlakını
yaşamaktır. Allah'a iman eden ve Kuran'ı tam olarak hayata geçiren her insan
basit karakterden kurtulur. Allah'tan gereği gibi korkup sakınması, her an her
yerde vicdanlı davranması onu basit düşünmekten, basit hareket etmekten tümüyle
sakındırır. Böyle bir kişi nefsine uymaktan vazgeçer ve Allah'ın "Onu arındırıp-temizleyen gerçekten
felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette
yıkıma uğramıştır." (Şems Suresi, 9-10) ayetlerinde dikkat çektiği
gibi nefsini kötülüklerden arındırmaya çalışır.
Nefsin basitliklerine uymamak, böyle bir
karakterden kurtulmak isteyen insan için önemli bir konudur ve bu da ancak
Kuran ayetlerinin uygulamaya geçirilmesi ile mümkün olur. Nefis, insanı
aldatan, kötülüğe yönelten, boş ve zararlı şeyleri telkin eden, kısacası birçok
yanlışın ve basitliğin kaynağıdır. Kişinin nefsindeki benlik duygusu ve
büyüklük isteği, hırsı, tamahkarlığı, öfkeyi ve her türlü kötü tavır ve
düşünceyi kışkırtır. Basitliğe düşmemek, dünya ve ahirette zarar görmemek için,
nefse uymamak gerekir. Allah Kuran'da Musa Peygamberin kavmine yaptığı bir
öğüdü şöyle bildirmiştir:
"...Hemen, kusursuzca yaratan
(gerçek ilah)ınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün: bu, Yaratıcınız Katında
sizin için daha hayırlıdır..." (Bakara Suresi, 54)
Nefislerini arındıran kişiler anlayış ve
olgunluk kazanırlar, basit olan herşeyden uzaklaşırlar. Allah Kuran'da "...Biz onlara kendi şan ve şeref
(zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz
çeviriyorlar." (Müminun Suresi, 71) ayetiyle, insanların ancak Kuran'a
uyarak şeref kazanacaklarına dikkat çekmiştir. Bu sebeple, Kuran ayetlerini
eksiksizce hayata geçiren Müslümanlar asil, onurlu, saygın kişilerdir. Allah'ın
"Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer
(gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz." (Al-i İmran
Suresi, 139) ayetinde bildirdiği gibi en üstün karakter ve ahlak özelliklerine
sahiptirler.
Bu konu iman edenler için de son derece
önemlidir; üzerinde çok iyi tefekkür etmeli, basitliğin kirli kültürünü belli
konularla sınırlı düşünmemelidirler. Örneğin farklı ortamlarda farklı tavırlar
sergilemek, insanların takdirini ön planda tutarak hareket etmek tipik bir
basitlik örneğidir. Gün içinde sıradan bir konuda küçük olduğu düşünülen bir
yalanı söylemek, din ahlakını yayma konusunda sarf edilen çabanın daha iyisini
ve fazlasını yapabilecekken az bir çaba içinde olmak, fedakarlık gerektiren bir
durumu fark ettiği halde buna talip olmamak, güzel söz söyleyecekken
söylememek, nefsini temize çıkarmaya çalışmak, insanlara iğneleyici konuşmalar
yapmak, tevazulu olmamak...
Tüm bunlar ve benzeri tavırlar da basitlik
örnekleridir. Sanıldığının aksine basitliğin küçüğü büyüğü yoktur. Bundan
kurtulmak için kişinin din ahlakını yaşama konusunda mutlak dürüstlüğe niyet
etmesi ve türlü bahanelerle kendisini kandırmaktan vazgeçmesi gerekir. Allah
Kuran'da "Allah, rızasına uyanları
bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan
nura çıkarır..." (Maide Suresi, 16) ayetiyle kullarına bu kurtuluşu ve
güzellikleri vadetmiştir.
Görüldüğü gibi basitlikten kurtulmanın yolu insanın
fıtratına uygun tek ahlak şekli olan Kuran ahlakını yaşamasıdır. Ancak, tüm
kalbiyle ve ruhuyla Allah'a teslim olmaya karar vermiş; O'nun razı olduğu
şekilde yaşamaya tam niyet edip, üzerinde cahiliye ahlakından eser bırakmayacak
şekilde kendini yenileyen bir insan bu kültürden kolayca çıkabilir. İnsanın
geçmişte yaşadıkları, benimsediği ve uyguladığı kirli kültür önemli değildir.
Önemli olan kişinin Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik aldığı son kararı ve
son halidir:
...Allah geçmişte olanı bağışladı.
Ama kim tekrarlarsa, Allah ondan öc alacaktır. Allah üstün ve güçlü olandır, öc
sahibidir. (Maide Suresi, 95)
O inkar edenlere de ki: "Eğer
vazgeçerlerse geçmişte (yaptıkları) şeyler bağışlanacaktır. Ama yine dönecek
olurlarsa, önceki (toplumlara uygulanan) sünnet, muhakkak (onların başından da)
geçmiş olacaktır. (Enfal Suresi, 38)
...Ancak (cahiliyede) geçen
geçmiştir. Çünkü bu, 'çirkin bir hayasızlık' ve 'öfke duyulan bir
iğrençliktir.' Ne kötü bir yoldu o!.. (Nisa Suresi, 22)
DARWİNİZM'İN ÇÖKÜŞÜ
Darwinizm, yani evrim teorisi, Yaratılış
gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı
bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen
oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok açık bir düzen
bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin hiçbir zaman
yaşanmadığını ortaya koyan 350 milyon fosilin bulunmasıyla çürümüştür. Böylece
Allah’ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da
kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında
yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı
yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan
sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir.
Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır
bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özellikle
1980’lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu
ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile getirilmiştir.
Özellikle ABD’de, biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan
gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm’in geçersizliğini görmekte, canlıların
kökenini Yaratılış gerçeğiyle açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin çöküşünü ve Yaratılış’ın
delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve
almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da
özetlemekte yarar vardır.
Darwin’i Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi eski Yunan’a kadar
uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya
atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles
Darwin’in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu
kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah’ın ayrı ayrı yarattığı
gerçeğine kendince karşı çıkıyordu. Darwin’in yanılgılarına göre, tüm türler
ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle
farklılaşmışlardı.
Darwin’in teorisi, hiçbir somut bilimsel
bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir “mantık
yürütme” idi. Hatta Darwin’in kitabındaki “Teorinin Zorlukları” başlıklı uzun
bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık
veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların
gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini
güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen
bilim, Darwin’in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer
dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm’in bilim karşısındaki yenilgisi, üç
temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl
ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü “evrim
mekanizmaları”nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren
hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin
öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları
ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan
yaklaşık 3.8 milyar yıl önce dünyada hayali şekilde tesadüfen ortaya çıkan tek
bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup
da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir
evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı,
teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen
evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o “ilk hücre”
nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, Yaratılış’ı cahilce reddettiği
için, o “ilk hücre”nin, hiçbir plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde
kör tesadüflerin ürünü olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre,
cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır.
Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
“Hayat Hayattan Gelir”
Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç
söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok
basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ’dan beri inanılan
“spontane jenerasyon” adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya
gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde
böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir
düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir
paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan
farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız
maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra
anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar,
sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabını
yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim
dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin’in kitabının yayınlanmasından beş
yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı
kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda
vardığı sonucu şöyle özetlemişti:
Cansız maddelerin hayat
oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür. (Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution
and The Origin of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2)
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur’ün
bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin
karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği
iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan
ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930’lu yıllarda
ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana
gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla
sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı:
Maalesef hücrenin kökeni, evrim
teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır. (Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936)
New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196)
Oparin’in yolunu izleyen evrimciler, hayatın
kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin
en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi.
Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney
düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin
yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi.
O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi
tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek
dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence on Evolution of Early
Atmosphere and Life", Bulletin of the American Meteorological Society, c.
63, Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller’in
kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of
Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7)
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20.
yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San
Diego Scripps Enstitüsü’nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth
dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride
bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş
problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40)
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrimcilerin hayatın kökeni konusunda bu denli
büyük bir açmaza girmelerinin başlıca nedeni, Darwinistlerin en basit
zannettikleri canlı yapıların bile olağanüstü derecede kompleks özelliklere
sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik
ürünlerden daha komplekstir. Öyle ki, bugün dünyanın en gelişmiş
laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre,
hatta hücreye ait tek bir protein bile üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken
şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Ancak bunu
detaylarıyla açıklamaya bile gerek yoktur. Evrimciler daha hücre aşamasına gelmeden
çıkmaza girerler. Çünkü hücrenin yapı taşlarından biri olan proteinlerin tek
bir tanesinin dahi tesadüfen meydana gelmesi ihtimali matematiksel olarak
“0”dır.
Bunun nedenlerinden başlıcası bir proteinin
oluşması için başka proteinlerin varlığının gerekmesidir ki bu durum, bir
proteinin tesadüfen oluşma ihtimalini tamamen ortadan kaldırır. Dolayısıyla tek
başına bu gerçek bile evrimcilerin tesadüf iddiasını en baştan yok etmek için
yeterlidir.
Konunun önemi açısından özetle açıklayacak
olursak;
1. Enzimler olmadan protein sentezlenemez ve enzimler de birer
proteindir.
2. Tek bir proteinin sentezlenmesi için 100’e yakın proteinin hazır
bulunması gerekmektedir. Dolayısıyla proteinlerin varlığı için proteinler
gerekir.
3. Proteinleri sentezleyen enzimleri DNA üretir. DNA olmadan protein
sentezlenemez. Dolayısıyla proteinlerin oluşabilmesi için DNA da gerekir.
4. Protein sentezleme işleminde hücredeki tüm organellerin önemli
görevleri vardır. Yani proteinlerin oluşabilmesi için, eksiksiz ve tam işleyen
bir hücrenin tüm organelleri ile var olması gerekmektedir.
Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik
bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan
DNA’sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500’er sayfadan
oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır:
DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile
eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA’daki bilgiler doğrultusunda
gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi
için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden
oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California
Üniversitesi’nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American
dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara
sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı
zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama
bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla
insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı
sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie
E. Orgel, The Origin of Life on Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994,
s. 78)
Kuşkusuz eğer hayatın kör tesadüfler
neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın
yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı Yaratılış’ı
reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali Mekanizmaları
Darwin’in teorisini geçersiz kılan ikinci
büyük nokta, teorinin “evrim mekanizmaları” olarak öne sürdüğü iki kavramın da
gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen “doğal seleksiyon” mekanizmasına
bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça
anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal
Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir.
Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların
hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından
tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta
kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama
elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne,
örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması
hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve
Türlerin Kökeni adlı kitabında
“Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz”
demek zorunda kalmıştı. (Charles Darwin,
The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University
Press, 1964, s. 189)
Lamarck’ın Etkisi
Peki bu “faydalı değişiklikler” nasıl
oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu
Lamarck’a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin’den önce yaşamış olan
Fransız biyolog Lamarck’a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri
fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu
özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck’a göre
zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için
çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin
Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların
zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First
Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184)
Ama Mendel’in keşfettiği ve 20. yüzyılda
gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin
sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal
seleksiyon “tek başına” ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak
kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar
Darwinistler ise bu duruma bir çözüm
bulabilmek için 1930’ların sonlarında, “Modern Sentetik Teori”yi ya da daha
yaygın ismiyle neo-Darwinizm’i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal
seleksiyonun yanına “faydalı değişiklik sebebi” olarak mutasyonları, yani
canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları
sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala bilimsel olarak geçersiz
olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu model neo-Darwinizm’dir.
Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz,
akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının “mutasyonlara”, yani genetik
bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama
teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları
geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks
bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi bir tesadüfi etki
ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele ve
zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle
etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana
getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada
meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da
zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini
geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle
etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania:
The Banner Of Truth Trust, 1988)
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani
genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların
zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin “evrim mekanizması”
olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat
bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de
kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma “evrim mekanizması” olamaz.
Doğal seleksiyon ise, Darwin’in de kabul ettiği gibi, “tek başına hiçbir şey
yapamaz.” Bu gerçek bizlere doğada hiçbir “evrim mekanizması” olmadığını
göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç
yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun
yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.
Evrim teorisinin bilim dışı iddiasına göre
bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü,
zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır.
Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir zaman dilimini
kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci
içinde sayısız “ara türler”in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini
taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı
balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini
taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya
çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik,
kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları
bu hayali varlıklara “ara-geçiş formu” adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte
yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca
olması gerekir. Ve bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında
rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni’nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa, türleri
birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır...
Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında
bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin
of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964,
s. 179)
Ancak bu satırları yazan Darwin, bu ara
formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı. Bunun teorisi
için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin Kökeni
kitabının “Teorinin Zorlukları” (Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle
yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür türlerden yavaş
gelişmelerle türemişse, neden sayısız
ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de,
tam olarak tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat
niçin yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak
bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu
değil? (Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280)
Darwin’in Yıkılan Umutları
Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın
dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş
formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen
bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde
birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek
W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil
kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde
olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen
değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager, "The Nature of the Fossil Record", Proceedings
of the British Geological Association, c. 87, 1976, s. 133)
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri,
aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya
çıkmaktadırlar. Bu, Darwin’in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı
türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı
türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz
olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu
gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da şöyle kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan
canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya
üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da
böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde
kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş
olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o
halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New
York: Pantheon Books, 1983. s. 197)
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz
ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani “türlerin
kökeni”, Darwin’in sandığının aksine, evrim değil Yaratılış’tır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrim teorisini savunanların en çok gündeme
getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia,
insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon
yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan ile hayali ataları arasında
bazı “ara form”ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu
senaryoda dört temel “kategori” sayılır:
1- Australopithecus
2- Homo
habilis
3- Homo
erectus
4- Homo
sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu
atalarına “güney maymunu” anlamına gelen “Australopithecus”
ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka
bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere
ve ABD’den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde
yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş
bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik
taşımadıklarını göstermiştir. (Solly
Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s.
75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of Australopithecines in Human
Evolution: Grounds for Doubt", Nature, c. 258, s. 389)
Evrimciler insan evriminin bir sonraki
safhasını da, “homo” yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo
serisindeki canlılar, Australopithecuslar’dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler,
bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması
oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında
evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20.
yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, “Homo sapiens’e
uzanan zincir gerçekte kayıptır” diyerek bunu kabul eder. (J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr",
Scientific American, Aralık 1992)
Evrimciler “Australopithecus
> Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens” sıralamasını
yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini
verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo
habilis ve Homo erectus’un dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde
yaşadıklarını göstermektedir. (Alan
Walker, Science, c. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1.
baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai
Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272)
Dahası Homo
erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar
yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis
ve Homo sapiens sapiens (insan) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır.
(Time, Kasım 1996)
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin
ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard
Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci
olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir
biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy
ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası,
biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi
göstermemektedirler. (S. J. Gould,
Natural History, c. 85, 1976, s. 30)
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer
alan hayali birtakım “yarı maymun, yarı insan” canlıların çizimleriyle, yani
sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu,
hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15
yıl araştırma yapan İngiltere’nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord
Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan
insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir “bilim skalası”
yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak
kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman’ın bu
tablosuna göre en “bilimsel” -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya
ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal
bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en “bilim dışı” sayılan kısımda ise,
Zuckerman’a göre, telepati, altıncı his gibi “duyum ötesi algılama” kavramları ve bir de “insanın evrimi” vardır!
Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından
çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi
algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim
teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki
teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda
kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly
Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s.
19)
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine
körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir
biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik
delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip
olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık bir örnekle
özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu
iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl dışı iddiaya göre cansız ve şuursuz
atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı
atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi
düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi
elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi
işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu
konuda bir “deney” tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları, ama
yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına “Darwin Formülü” adıyla
inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine
canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum
gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan
ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu
varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit,
istedikleri kadar da (tek bir tanesinin bile tesadüfen oluşması mümkün olmayan)
protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler.
Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da
dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula,
kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene
sürekli varillerin başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi
şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun.
Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı
çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri,
papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri,
muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları,
incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk
renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini
oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların
tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek
hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye bölüp,
sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi
hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde,
ancak Allah’ın üstün yaratmasıyla hayat bulur. Bunun aksini iddia eden evrim
teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı
iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği
açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim teorisinin kesinlikle açıklama
getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya geçmeden önce “Nasıl
görürüz?” sorusuna kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde
retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik
sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen
küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra
beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi
düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi
kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi
denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız
kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl
bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir
görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği
sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize
bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu anda gördüğünüz netlik ve
kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü
size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş
televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe
ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta,
araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV
ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir
netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki
boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi
izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu
TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu
bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu
görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık,
ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve
kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü
kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü
oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. Şimdi biri
size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya
geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz?
Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir
görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü
görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de
geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp
orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç
kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek
beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma
merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani
beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar
gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler
beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini
dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda
hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir
sessizliğin hakim olduğu görülecektir. Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle
teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir.
Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan
müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu
teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu
netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır.
En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en
kaliteli müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı
kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda
daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki
teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı,
hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses
ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden
bu yana böyledir. Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses
cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır.
Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek
daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime
Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı
seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan
gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya
biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay
okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde
rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his
olarak algılayan kimdir? Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm
bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ
tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden
ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap
verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah’ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh,
görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların
da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın,
beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç
boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran yüce Allah’ı düşünüp, O’ndan
korkup, O’na sığınması gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar incelediklerimiz, evrim
teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu
göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır,
öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve
fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu
durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara
atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek
çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla
bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini
“bilime saldırı” olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı
çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur.
Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm’i de
doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için
benimsemektedirler. Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard
Üniversitesi’nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci
olan Richard Lewontin, “önce materyalist, sonra bilim adamı” olduğunu şöyle
itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız
var, ‘a priori’ (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi
dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve
kuralları değil. Aksine, materyalizme olan ‘a priori’ bağlılığımız nedeniyle,
dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları
kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın
sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard
Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9
Ocak 1997, s. 28)
Bu sözler, Darwinizm’in, materyalist felsefeye
bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma,
maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız,
bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır. Milyonlarca farklı canlı
türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin,
ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki
etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden
oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir
kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah’ın apaçık olan varlığını kabul
etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam
etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı
ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği görürler: Tüm canlılar, üstün bir
güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni
yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp
şekillendiren Allah’tır.
Evrim Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili
Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ön
yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece aklını ve
mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların
hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu
kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim teorisine
inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu, molekülü, cansız maddeyi
dolduran ve bunların karışımından zaman içinde düşünen, akleden, buluşlar yapan
profesörlerin, üniversite öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi bilim
adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi sanatçıların, bunun yanı sıra
ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar.
Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları, profesörler, kültürlü,
eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için “dünya tarihinin en büyük
ve en etkili büyüsü” ifadesini kullanmak yerinde olacaktır. Çünkü, dünya
tarihinde insanların bu derece aklını başından alan, akıl ve mantıkla
düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki bir perde çekip çok açık
olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç veya iddia daha yoktur.
Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının Güneş’e tapmasından, Hz.
İbrahim (as)’ın kavminin elleri ile yaptıkları putlara, Hz. Musa (as)’ın
kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları buzağıya tapmalarından çok
daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu durum, Allah’ın Kuran’da
işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı insanların anlayışlarının
kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma düşeceklerini birçok ayetinde
bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan
da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların kalplerini
ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük
azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
…Kalpleri vardır bununla
kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla
işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah, Hicr Suresi’nde ise, bu insanların
mucizeler görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine gökyüzünden bir
kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka: “Gözlerimiz döndürüldü, belki
biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu
büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150
yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret
verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç insanın imkansız senaryolara,
saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak
dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz ve cansız atomların ani bir
kararla biraraya gelip; olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur
gösterip kusursuz bir sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her
türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle
donatılmış canlıları meydana getirdiğine inanmasının, “büyü”den başka bir
açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran’da, inkarcı felsefenin
savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle insanları etkilediklerini
Hz. Musa (as) ve Firavun arasında geçen bir olayla bizlere bildirmektedir. Hz.
Musa (as), Firavun’a hak dini anlattığında, Firavun Hz. Musa (as)’a, kendi
“bilgin büyücüleri” ile insanların toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler.
Hz. Musa (as), büyücülerle karşılaştığında, büyücülere önce onların
marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın anlatıldığı ayet şöyledir:
(Musa:) “Siz atın” dedi.
(Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete
düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)
Görüldüğü gibi Firavun’un büyücüleri
yaptıkları “aldatmacalar”la -Hz. Musa (as) ve ona inananlar dışında- insanların
hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık Hz. Musa
(as)’ın ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü, ayette bildirildiği
gibi “uydurduklarını yutmuş” yani
etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa’ya: “Asanı fırlatıver”
diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o bütün
uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu, onların
bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük
düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce
insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin yaptıklarının bir sahtekarlık
olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de
bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma iddialara
inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu iddialardan
vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve “büyü bozulduğunda”
küçük duruma düşeceklerdir. Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve
ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge
evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin,
özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri
malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve
belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle
karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The
End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s. 43)
Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın
bir gelecekte insanlar “tesadüfler”in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve
evrim teorisi dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak
tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında
insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Evrim aldatmacasının sırrını öğrenen
birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla
düşünmektedir.
... Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka
bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi
olansın. (Bakara Suresi, 32)
ARKA KAPAK YAZISI
"Basit insan" denilince genel
olarak görgü kurallarından habersiz, cahil, bilgisiz, nerede nasıl
davranacağını, nasıl konuşacağını bilmeyen, ölçüsüz bir insan modeli akla
gelir. Fakat bu kitapta ele alınacak konu genel olarak kullanılan anlamdaki
"basitlik" değil, din ahlakına göre basitliğin nasıl bir ruh hali
olduğudur. Burada ele alınacak olan basitlik insanı -Allah'ın dilemesi dışında-
cehenneme sürükleyebilecek büyük bir tehlikedir.
Basitlik, bir insanın ruhunu Kuran ahlakına
uygun bir şekilde derinleştirememesi, Allah'a yakın olma ve O'nun rızasını
kazanma konusunda istekli olmaması sonucunda, davranış ve düşünce biçiminde
meydana gelen yüzeyselliktir. Unutulmamalıdır ki basitliğin kirli yapısı içinde
yaşayan insan bundan sorumludur. Böyle bir kişi Kuran ahlakından ve bu ahlakın
inceliklerinden uzak bir hayat yaşarken, basit idealler peşinde koşarken ve
bundan dolayı da hesap verebileceğini aklına bile getirmezken, ölüm
meleklerinin canını almak için yanına geldiklerini gördüğünde içinde bulunduğu
derin gafletten uyanır. Fakat bu çok geç bir uyanıştır. Çünkü insanın yaratılış
amacı Allah'ın razı olacağı ahlakı ve hayatı yaşamaktır, bir ömrün geride
bırakıldığı ölüm anı ise bu amacı anlamak için olabilecek en kötü zamandır.
YAZAR
HAKKINDA: Harun Yahya müstear ismini kullanan Adnan
Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel
ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın
evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in
kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli
eserleri bulunmaktadır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak hedef,
Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın varlığı,
birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve
inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler önüne
sermektir. Nitekim yazarın, bugüne kadar 72 ayrı dile çevrilen 300’ü aşkın
eseri, dünya çapında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı, -Allah'ın izniyle-
21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk
ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.